İSTANBUL - Yazar Murat Mıhçı, 6-7 Eylül pogromuyla yüzleşilmediği takdirde “öteki” görülen halkların da bir gün hedef olabileceğini belirterek, Abdullah Öcalan’ın Barış ve Demokratik Toplum çağrısının bu acılarla yüzleşmek için iyi bir fırsat olduğunu kaydetti.
Türkiye yakın tarihine kara bir leke olarak geçen, 6-7 Eylül pogromu üzerinden yarım asırdan fazla zaman geçti. 1955’te devlet radyosu, Atatürk’ün Selanik’teki evinde bomba patlatıldığı haberini geçti. Bu haberden kısa bir süre sonra İstanbul Ekspres’in akşam baskısı, “Atamızın evi bomba ile hasara uğradı" manşetiyle çıktı. Bun manşetten sonra Müslüman olmayan yurttaşlara karşı saldırılar başladı.
Dönemin Özel Harp Dairesi Başkanı Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu'nun "başarılı bir özel harp işidir" diye tanımladığı 6-7 Eylül pogromunun üzerinden 70 yıl geçmesine rağmen failler yargılanmadı.
İstanbul’da Rum, Ermeni ve Yahudiler başta olmak üzere Müslüman olmayan yurttaşlara ait malların yağmalandığı ve çok sayıda kişinin katledildiği pogromla Türkiye henüz yüzleşmedi.
YALAN BİR HABER
Katliamın yaşandığı dönemde Demokrat Parti’ye (DP) yakınlığıyla bilinen İstanbul Ekspres gazetesinin “Selanik'te Atatürk'ün evine Yunanlılar tarafından bomba atıldı” şeklindeki asparagas bir haber, saldırıların fitilini ateşledi. Tirajı 20 bin dolayında olan gazete, olaylar başlamadan iki saat önce "Atamızın evi bombalandı" manşetiyle ikinci baskısını yaparak, o günkü tirajını 290 bine çıkarttı. O dönem gayrimüslimlere karşı örgütlenen “Kıbrıs Türk’tür Derneği” üyeleri, gazeteyi bütün İstanbul'da dağıtarak, Müslüman olmayanlara karşı bir katliama zemin hazırladı.
GAYRİMÜSLİMLERE AİT EVE İŞYERLERİ YAĞMALANDI
Haberlerin ardından yani 6-7 Eylül tarihlerinde ellerinde kazma, balta ve sopalarla sokaklara dökülen binlerce kişi, olayların başlangıç yeri olan Beyoğlu ardından Rumların yoğun olarak yaşadığı Kurtuluş, Şişli, Nişantaşı, Eminönü, Fatih, Balat, Eyüp, Bakırköy, Yeşilköy, Ortaköy, Arnavutköy, Bebek, Kadıköy, Kuzguncuk, Çengelköy’e kadar yayılarak farklı etnik köken ve inançtaki yurttaşların ait ev ve işyerlerini yağmaladı. Olaylardan kısa bir süre sonra Beyoğlu'na gelen dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın, "Galiba dozu kaçırdık" demesi olayların planlı olduğunu ortaya koyuyordu.
EN AZ 15 KİŞİ KATLEDİLDİ 60 KADIN TECAVÜZE UĞRADI
Dönemin gazetelerinin geçtiği haberlere göre; pogromda 11 kişi katledildi. Helsinki Watch örgütünün raporuna göre ise bu sayı 15. Yine resmi rakamlara göre 30 kişi, resmi olmayan rakamlara göre 300 kişi de yaralandı. Pogromda en az 60 kadın tecavüze uğradı. Bu sayının, yaşadıkları korku nedeniyle şikayette bulunamayan kadın sayısı düşünüldüğünde 400’e yakın olduğu belirtiliyor. İnsan Hakları Derneği ( İHD) raporuna göre bazı kadınlar tecavüz edildikten sonra öldürüldü. 90 yaşındaki rahip Hrisantos Mantas diri diri yakıldı. Bazı rahipler bıçakla ve zorla sünnet edildi. Onlarca kişi linç edildi. Yalnızca İstanbul’da değil, İzmir ve Ankara’da da benzer olaylar yaşandı, üstelik Riha, Mêrdîn, Midyat’ta da Süryanilere saldırıldı. 4 bin 214 ev, 73 kilise, 26 okul, 1 sinagog, işyeri, dükkan ve benzeri olmak üzere toplam 5 bin 317 mekan yakıldı, yıkıldı ve yağmalandı.
Ermeni yazar Murat Mıhçı, Türkiye’de 6-7 Eylül 1955 yılında yaşanan olaylara dair değerlendirmelerde bulundu.
SALDIRININ AMACI TÜRKLEŞİRME PROJESİYDİ
6-7 Eylül pogromunun İstanbul'da yaşayan çok sayıda Rum ve Anadolu'dan İstanbul’a göç eden Ermeni, Süryani ile Yahudilere yönelik olduğunu hatırlatan Mıhçı, 1955 öncesinde İstanbul’un beşte birinin diğer azınlık halklardan oluştuğunu kaydetti. Mıhçı, kültür, siyaset ve ekonomide Müslüman olmayanların bakış açısının hakkim olduğunu belirterek, 1950'lerde Anadolu'da kalan kilise, mezarlık, okul gibi yerlerin yıkıldığını ve zorunlu olarak azınlıkların, Rumlar da dahil olmak üzere, İstanbul'a göç etmek zorunda kaldıklarını aktardı. Mıhçu, “Kültür yapısının ‘Türkleştirilme Projesi’ açısından böyle bir planlamaya gidildi. Bunun planlama olduğunu da şuradan okuyabiliyoruz; O dönemin İstanbul Ekspres gazetesinin günlük tirajının neredeyse 10 katı kadar bir tirajla basıldığını ve devletin de Atatürk'ün evi bombalandığı yalanını ortaya çıkardığını, bu bombalamanın aslında devletin planladığını yapılanlardan biliyoruz” dedi.
‘OLAY DEVLET TRAFINDAN PLANDI’
Dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar ve Başkanı Adnan Menderes’in aralarında geçen “Biz bile bu kadar beklemiyorduk” sözleri olayın planlı olduğunun bir kanıtı olduğunu söyleyen Mıhçı, “6-7 Eylül olayları neticesinde ciddi anlamda insanlar göç etti. Ekonomik acılar dışında insani acılar yaşandı, kadınlara tecavüz edildi, din insanlarına yapılan saldırılar. Özellikle o dönemki sendikalar üzerinden Anadolu'nun yakın yerlerinden insanların buraya taşınarak ve ellerinde neredeyse aynı standartlarda kesilmiş tahtalarla saldırı yapıldığını ve bu konuda bir çalışma yürütüldüğünü biliyoruz. Pogrom, Türkiye tarihinde gerçekten kara bir leke ve bu kara bir leke, bugün de yüzleşilmediğinden dolayı beden değiştirerek başka insanlara saldırılarla devam ediyor” diye belirtti.
‘KATLİAM TEHLİKESİ DEVAM EDİYOR’
Türkiye’de katliamcı zihniyetin devam ettiğini dile getiren Mıhçı, “1955 pogromuyla yüzleşilmediği için Konya'da Kürtlere, Kayseri'de göçmenlere, Maraş’ta Alevilere dönük saldırılar oldu. Geçmişte yaşanan katliamla bir yüzleşme olmadığından dolayı, bu tehlike halen gündemdedir. En yakın zamanda pogrom olarak söyleyebileceğimiz; 17 Eylül 1967'de Kayserispor ve Sivasspor takımları arasındaki maçta, 43 kişinin ölümü ve yüzlerce kişinin yaralanmasıyla sonuçlanan tribün olayıydı. Maraş ve Çorum da bunun örneğidir. Alevilerin evlerinin işaretlenmeleri, aslında bu işaretlenme kavramını ilk olarak 1915 öncesinde görüyoruz. Bu durum benliklerinde şiddetin halen aktif olarak sürdüğünde işaret ediyor” diye konuştu.
‘TOPYEKÜN BİR YÜZLEŞME OLMALI’
Türkiye’de “öteki” görülen toplumların her daim bir katliamla karşı karşıya kalma tehlikesinin olduğunu vurgulayan Mıhçı, “Bugün artık sayıları çok az olan azınlıkların bile yeni yapılan kafes operasyonlarından hedef haline getirildiği ve bunlara dair saldırı planlaması olduğu kayıtları çıktı. Dolayısıyla, 6 -7 Eylül 1955'le yüzleşilmediği sürece, öteki görülen tüm halklar, bir gün katliamın hedefi olabilir. Yüzleşme topyekun olmalı. Yani, demokratik adımların gerçekçi olabilmesi için geçmişte yaşanan acıların iyi anımsanmasıyla geçerlidir. Bunları çözmediğiniz ve o ruhlarla vedalaşmadığınız sürece, bu acılar farklı kimliklerde, farklı kişiliklerde devam edecek. Ve bu coğrafyanın tamamı, bu acının bir parçası olarak yaşamaya devam edecek” ifadelerini kullandı.
‘FAİLLER YENİ FAİLLERİ DOĞURUR’
Mıhçı, “Geçmişte işlenen suçlar kayda geçirilmezse, failler her daim yeni failleri ortaya çıkartacaktır. Ama eğer siz bunların suçlarını yargılayıp o insanların mezarlarını bulup kayıp olan bedenlerini bir şekilde ailelerine teslim ederseniz; O gün, bu coğrafyada gerçekten birçok şeyin değişmiş olduğunu göreceğiz. Çünkü yüz yıl evvel Ermenilere, Süryanilere yapılanlar bugün Alevi ve Kürt halkına yapılmak isteniyor. Acıların kimliksel olarak hiçbir farkı yok. Yani Ermeni annenin acısıyla bir Kürt, Alevi annenin acısı arasında hiçbir fark yoktur” dedi.
‘BU LANETİ SONLANDIRMAK İÇİN BARIŞA SES OLMALIYIZ’
Mıhçı, devamında şunları kaydetti: “Devleti politikasını değiştirmeye zorlamak önemlidir. Devletler kendi DNA'sı gereği siyaset yapabilirler. Ancak toplumun bilinçlenmesiyle bu katliam zihniyetinin önün kesilebilir. Özellikle Kürt Hareketi ve diğer toplumların da bundan etkilenerek, ülkedeki demokrasi ve savaş politikalarına karşı mücadele talebinin çok önemli bir yerinin olduğunu düşünüyorum. Sayın Abdullah Öcalan başta olmak üzere, buna dair imkan ve koşullar oluşturuldu. Eğer gerçekten bu coğrafyadaki laneti sonlandırmak istiyorsak, barışa ve mücadeleye ses vermemiz gerekiyor.”
MA / Esra Solin Dal