TİP’ten ‘sokakta ittifak’ önerisi

img

ANKARA - İttifaksız siyasetin mümkün olmadığını ve partisinin ittifaklara açık olduğunu belirten TİP Genel Başkanı Erkan Baş, “Masa başında kurulacak ittifaklardan daha önemli olanın, sokakta mücadelede kurulacak olan ittifaklardır” dedi. 

İktidarın toplumsal ve siyasal muhalefete dönük baskıları devam ederken, muhalefet cephesinde ise “demokrasi ittifakı” ve “anti-faşist blok” kurulması gibi çağrıları yapılıyor. Muhalefete dönük baskıların, ekonomik krizin, iç ve dış politikadaki gerginliğin yaşandığı bir ortamda, erken seçim tartışmaları da güncelliğini koruyor.
 
Türkiye İşçi Partisi (TİP) Genel Başkanı Erkan Baş, ittifak çağrılarına bakışını “İttifak yolda, mücadele kavgada kuruluyor” şeklinde özetledi. İktidarın baskılarına karşı “Bugün bize düşen şey bence zaten sokakta yan yana gelen, iktidar saldırılarına karşı birlikte mücadele eden insanların, mücadelesini büyütecek bir siyasal hamleye talip olmak” kanısında olan Baş, erken seçim tartışmalarına ilişkin ise iktidarın koşulları kendisine uygun hale getirmeden giremeyeceğini düşüncesinde. 
 
Baş, siyasi gelişmeler, muhalefetin durumu ve mücadele yöntemlerine ilişkin Mezopotamya Ajansı’nın sorularını yanıtladı. 
 
Siyasal ve toplumsal muhalefete dönük baskılar, gözaltı ve tutuklamaların yanı sıra artan yoksulluk, toplumsal çıkarların aleyhine çıkarılan yasalar…Yaşanan bu sürece “faşizm” tanımlaması getirenler var, yine 1990’lı yılların benzetmesi yapılıyor. Siz nasıl tanımlıyorsunuz?
 
Dünya üzerinde sosyalizmin yenilgiye uğramasının ardından 1990’lı yıllarda açılan yolun mantıksal neticesine ulaşmış durumdayız. Türkiye’de 12 Eylül darbecilerinin başlattığı, Özal’ın siyaset alanında ve toplumsal düzeyde devlet katında yollarını döşediği süreci, AKP rejiminin ilerlettiğini ve mantıksal sonucuna ulaştırdığını düşünüyoruz. Hem 12 Eylül dönemiyle hem 90’lı yıllar ile ilgili benzerlik bulmak çok mümkün. Bu yeni rejimi yaratan, çok uzun yıllardır sermaye sınıfının, Türkiye’yi yöneten kuvvetlerin açtıkları yolun doğal neticesidir. Meselenin arka planında yeni bir emek rejiminin yaratılması, ucuz iş gücünün, sınıfsız sömürünün, insanların kuralsız çalıştırıldığı her kademede, tüm sosyal haklarının tasfiye edildiği, iktidar merkezli toplumun teslim alındığı bir yapının inşasıydı. Ben ekonomik düzlemde çok farklı olmayacağı kanaatindeyim.
 
Neden?
 
Çünkü bu program sadece Tayyip Erdoğan’ın ya da AKP kurmaylarının zihinlerinde ürettikleri program değil. Uluslararası emperyalist sistemin, Türkiye sermayesinin de onay verdiği bir sistem. Ama arada şöyle bir fark var: Türkiye’de bunu uygulayabilecek tek kuvvet siyasal İslam, gericilikti. O yüzden bu iktidar tercih edildi. Diğerleri bunu başaramazdı. Bu kadar yoğun sömürüyü, baskıyı, toplumu tahakküm altına alan bir rejimi ancak siyasal İslam’a bulaşmış bir siyasal akımın gerçekleştirebileceği, önderliğini yapabileceği, düşünüldüğü için AKP tercih edildi.
 
 Nasıl bir mücadele hattı öneriyorsunuz?
 
18 yılda yaşadığımız sıkışmaya rağmen iktidarın bir biçimde yoluna devam edebiliyor olması da bir muhalefet eksikliği.
 
Cephe cephe, tam karşı kutba yerleşmeden muhalefet yapmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Muhalefetin büyük güçleri tarafından çoğu zaman milli mutabakat atmosferi yaratılıyor. Bu nihayetinde iktidara yarayan, iktidarın koltuğunu sağlamlaştıran bir hamle oluyor. Muhalefeti büyük bir cephe olarak göreceksek, karar verilmesi gereken şey şu: Saray bahçesine mi muhalefet yapacağız, halkın içinden mi bir muhalefet öreceğiz? Yeni bir rejim inşa edildi. Bu yeni rejimin sınırları içerisinde muhalefet yapma olanağı tanınıyor, rejime biat ederek muhalefet yapma şansınız var. Bir de bu rejimle cephe cepheye, karşı karşıya gelen, tam karşı kutuptan halka yaslanan bir muhalefet çizgisi örme seçeneği var. Ben tek seçeneğin bu olduğunu düşünüyorum. Geride kalan 18 yılda yaşadığımız sıkışmanın, ‘mutfakta yangın var’ noktasına gelmemize rağmen hala bu iktidarın bir biçimde yoluna devam edebiliyor olması da bir muhalefet eksikliği olduğunu ifade etmek gerekiyor. 
 
Muhalefetin eksikliğinde Türkiye sol/sosyalist harekete nasıl bir rol düşüyor?
 
Birkaç yıl önce Türkiye İşçi Partisi’ni siyaset sahnesine taşımaya karar verdiğimizde, ‘Biz rolümüzü oynayamıyoruz’ dedik. Türkiye sosyalist hareketi dünya çapında son derece önemli bir birikime sahip olan, önemli bir devrimci damarı, bir mücadele geleneğini temsil eden bir harekettir. Ama bu mirasını 2000’li yılların Türkiye’sinde devrimci bir tarzla yeniden üretme konusunda yeterince başarılı olamamıştır. İkincisi de toplumsallaştırma, emekçi sınıflar içerisinde nefes alıp verebilir bir hale getirme noktasında yeterince başarılı olamamıştır. Tam bu noktadan Türkiyeli sosyalistlere görev ve sorumluluk düşüyor. Bu süreçte düzenin en ağır sömürüsüne, ezilmesine, yok sayılmasına maruz kalmasına rağmen Türkiye’de siyaset alanında kendisine yer bulamayan işçi sınıfını, emekçileri, yoksul halkı siyasette özne kılacak bir yol ve yöntemin arayışında olmamız lazım. Siyaseti Ankara’nın koridorlarının dışına çıkarabilmeliyiz. Siyaseti sokakta gerçek bir kuvvet olarak inşa edebilmeliyiz. Meclise, Ankara’ya, kulislere, masa başına sıkışmış siyasette çare bulmak mümkün değil.
 
Türkiye’nin yüzde 99’u emeğiyle, alın teriyle yaşayan insanlar haline gelmiş durumda. Bundan 20-30 yıl önce acaba ‘işçi sınıfının bir parçası mıdır’ diye düşündüğümüz pek çok toplumsal kesim, bugün doğrudan emekçi kimliği ile siyaset alanında kendine yer bulmaya çalışıyor. Dikkat edin, yakın zamanlarda doktorlardan daha fazla sağlık emekçisi kavramı kullanılmaya başlandı. Ya da gazetecilik 20 yıl önce ‘elit’ bir meslekti. Bugün basın emekçisi kavramı çok daha fazla kullanılıyor. Ben bunun aynı zamanda sınıfsal bilinçlenme olduğunu düşünüyorum. Şimdi tam da sosyalistlerin bunu siyaset alanına taşıması gerekiyor. Son 15-20 gündür Türkiye’de siyasetle ilgilenen herkes, hatta siyasetle ilgilenmeyenlerin bile gündemine gelen bir maden işçileri gerçeği var. Maden işçilerine ‘haksız’ diyen birini görmedim. Hatta maden işçisi arkadaşların ricası üzerine iktidar milletvekilleri ile konuştuğumuzda, onlar bile ‘haksız’ diyemediler. Nihayetinde iktidar da geri adım atacağını ilan etti. Bu çok önemli bir değişim. Türkiye’de sosyalist hareketin bununla kendisini yeniden inşa etmesi gerektiğini, yeniden kuruluşunu bu temelde gerçekleştirmesi gerektiğini düşünüyorum. 
 
Bu arada çok önemli gördüğüm için belirtmek istiyorum. Türkiye’de ana muhalefet kadın hareketidir. Herhangi bir siyasal parti tarafından temsil edilmiyor ama toplumun iktidara teslim olmayan, en direngen, geri adım attırma konusunda kararlı olan ve geri adım attırmayı başaran muazzam bir toplumsal hareketi kadın hareketi.
 
Siyasal muhalefetin dışında toplumsal muhalefetin mücadelesinin kazanımları kuşkusuz geleceğe dair umut veriyor. Bu nedenle talepleri büyütmek, geliştirmek adına neler yapılabilir?
 
AKP iktidarının 20 yıllık tarihine baktığımızda; bir elin parmaklarını geçmeyen insanların direnişleri ile nerelere geldiğimizi hatırlayacaksınızdır. AKP ilk iktidara geldiğinde, bunların faşizan bir yönelim içerisinde olduğunu söyleyenlere, bizim mahallelerde bile ‘vatan haini’ gözüyle bakılıyordu, ‘ne kadar umutsuzsunuz ne kadar pesimitsiniz’ diye değerlendiriliyordu. Geldiğimiz noktada Türkiye’nin büyük bir çoğunluğu iktidara karşı direniyor. İkincisi, maalesef beterin beteri var ve işçi kardeşlerimiz çok kötü koşullarda çalışıyor. İnsanlık dışı koşullara mahkûm edilmek isteniyor ama şunu biliyoruz; sustuklarında, sindiklerinde bunun daha kötüsüne mahkum edilebiliyorlar. Koranavirüs salgını başladığı dönemlerde çalışma kampları düzeni inşa etmek istediler. Eğer insanlar susmaya devam etseydi, iktidar ‘salgın var, hareket etmek tehlikeli evinize gitmeyin, gelin çalışma kampında yaşayın, çalışın’ diyeceklerdi ama buna karşı mücadele ediliyor. Karşı çıkışın devam edebilmesi için ne gerekiyor? Örgütlü hale gelmek lazım, kalıcılaştırılması lazım. Maden işçileri hem devlet tarafından hem iktidar partisinin yerel odakları tarafından hem de iktidara doğrudan bağlı hale getirilmiş sarı sendikacılık tarafından kuşatılmış durumda. Yapayalnız kalmış, çaresizleştirilmiş bir işçi topluluğunun direnişi olduğu için çok önemli. 
 
Sustuğumuz ölçüde daha beteriyle karşılaşacağız. ‘Ya zaten durum çok kötü, bu kadar geri noktadan muhalefet edemeyiz’ dememek lazım. Bir adım ilerisi bizim için başarıdır. Bunun süreklileşmesi için örgütlenmek gerekiyor. Maden işçilerinin durumu bu. Set emekçilerinin durumu farklı mı? 12 saat çalışma talep etmişler. Günlük çalışma 16-17 saate çıktığı için set sektöründe çalışan işçiler ‘12 saat çalışmaya razıyız’ diyen bir mücadele hattı oluşturmak zorunda kalmış. Bunu normal görmek, olağan kabul etmek mümkün değil. Türkiye’deki sermaye iktidarının saldırganlığının, kan emiciliğinin, ne kadar işçi düşmanı olduğunun fotoğrafı olduğunu görüp, mücadeleyi de aynı kararlılıkla başlatmak gerekiyor.
 
Muhalefet parçalı. Bu yönde HDP’nin “anti-faşist blok” çağrısı var. Siz bu çağrıyı nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Yerel seçimlerde tabandan gerçekleşen çıkışın sağlıklı sonuç verdi. Böyle bir tavırla iktidara geri adım attırmak mümkün olabiliyor.
 
Farklılıklara rağmen kimlerle, nasıl birlikte yürünebilir? Bu farklılıklara rağmen en geniş muhalefet cephesi nasıl örülebilir? Yerel seçimlerde tabandan gerçekleşen çıkışın sağlıklı sonuç verdiğini düşünüyorum ve burada ısrarcı olmak en doğrusu. Ortada deneyim var. Seçim, sandık söz konusu olduğunda, böyle bir tavırla iktidara geri adım attırmak mümkün olabiliyormuş. Üstelik zorlamasına rağmen. İstanbul seçimleri örneği üzerinden söylüyorum. Kararlılık arttırılarak, yerel düzeyde iktidar kulağından tutulup, kenara atıldı. Fakat bizim açımızdan şu an söylenen ittifak taleplerinin, söylemlerinin henüz herhangi bir gerçekliğinin olduğu kanaatinde değilim. Bunlar biraz zemin yoklamaları. Herkes bir zemin yoklaması içinde.
 
 Türkiye İşçi Partisi ittifak konusunda ne düşünüyor?
 
İttifak yolda, mücadele kavgada kuruluyor. Bir gün gelirde ‘biz A partisi, B partisi, C örgütleri, sendikaları ile ittifak yapacağız’ diye bakmıyoruz. Bugün emekçilerin, yoksulların, gençlerin, kadınların, Kürtlerin, devrimcilerin, yurtseverlerin, yani halkımızın sorunları konusunda birlikte mücadele edebiliyor muyuz? Birlikte mücadele edebiliyorsak, o zaman ittifakız. Edemiyorsak sadece bir masa kuralım, bir günde o ittifakın koşullarını tartışalım ya da seçim geldiğinde aman mutlaka yan yana gelelim diye bakarsak, o ittifakların gerçek olmadığı kanaatindeyiz. Dolayısıyla bizim önerimiz birlikte mücadele etmek.
 
 Bu çağrıların birlikte mücadelede yeterli olmadığını mı düşünüyorsunuz?
 
Önce bir masaya oturalım, konuşalım, ‘ondan sonra ne yapabileceğiz’ yaklaşımına biz mesafeliyiz. Önce bir mücadelemizi verelim. Cumhuriyet Halk Partisi bu ittifakın bir unsuru mudur, değil midir? Kayyım atamaları sırasında, işçi sınıfına dönük saldırılarda, sınır ötesi operasyonlarda aldığı tavra bakarım. Eğer bu tavırlarda ortaklaşabiliyorsak, ittifak tartışması yapılabilir ama bütün bu başlıklarda ayrı durup sadece sandıkta yan yana gelmenin gerçekçi olmadığı kanaatindeyim.
 
Bugün bize düşen, sokakta yan yana gelen, iktidar saldırılarına karşı birlikte mücadele eden insanların, mücadelesini büyütecek bir siyasal hamleye talip olmak.
 
Bugün bize düşen, sokakta yan yana gelen, iktidar saldırılarına karşı birlikte mücadele eden insanların, mücadelesini büyütecek bir siyasal hamleye talip olmak. Maden işçilerinin hangi partiye oy verdiğini bilmiyorum. Merak da etmiyorum ama bu mücadele doğru mücadeleydi. Kıdem tazminatına karşı farklı sendikalardaki işçilerin birlikte yan yana kararlı duruşu, örneğin bizim parlamentoda yapamadığımız bir şeyi hayata geçirmek konusunda sonuç veriyor. Ben ittifaklara açık olduğumuzu söylüyorum. İttifaksız siyasetin mümkün olmayacağı kanaatindeyim. Mutlaka siyaset varsa, ortada bir ittifaklar zinciri tartışması yapmak gerekiyor. Burada biz masa başında kurulacak ittifaklardan daha önemli olanın, sokakta mücadelede kurulacak olan ittifaklar olduğunu düşünüyoruz. Becerebilirsek bunu seçim hattı mahalline kadar geliştire geliştire ilerletiriz, seçimde bunun üzerine bir tartışma yaparız. Bu daha sağlıklı olur, başarısız olursak o günün koşulları neyi gerektiriyorsa ona göre pozisyon alırız.
 
Uzun bir süredir HDP’ye yönelik yürütülen sistematik baskıların genişleyerek, başka kesimlere de yayıldığını görüyoruz. HDP’ye yönelik bu yönelimin nedeni nedir. HDP’nin bugün Türkiye siyasetindeki önemini ve yerini nereye koyuyorsunuz? 
 
İktidar cephesinden bakarsak; iktidar karşısında HDP’de bir kararlılık görülüyor. İktidar açısından HDP karşıtlığı, daha açık söylemek gerekirse Kürt karşıtlığı bir konsolidasyon aracı. Hem kendi tabanı açısından hem de genel olarak Türkiye’deki milliyetçi, şoven toplumsallık açısından. Dolayısıyla iktidar karşısındaki kuvvetleri analiz ettiğinde, HDP özelinde bir ‘yumuşak karın’ tespit etmiş gibi görünüyor. HDP’ye vurduğunda, Millet İttifakı’nı dağıtma stratejisinde sonuç alabileceğine dair bir inancı var. Zaman zaman buna ilişkin Millet İttifakı içinden de iktidarın kendi açısından olumlu sinyaller aldığını düşünüyorum. HDP’ye dönük bir hamlesine, demokrasiye bir müdahale ya da Türkiye de bir siyasal partiye dönük bir müdahale değil de devletçi bir yaklaşımla refleks gösteren unsurlar var. Özellikle son dönemlerde İyi Parti’nin hali bu. Dolayısıyla buradan bir sonuç alacağı arayışı içinde.
 
İktidar karşısında kararlı duruş sergileyen bir HDP var ve HDP’yi yumuşatmak, çözmek, düzen sınırları içerisine çekmek gibi bir arayışı var iktidarın. Diğer taraftan da Türkiye’de siyasal partiler düzeni oturmuş. Sadece kanundan söz etmiyorum. Kanunla belirlenmiş ama oturmuş bir siyasal partiler düzeni var. HDP bunu bozdu. Yüzde 10 barajı denilen şey, esas olarak bizler için vardı. Yoksa çok karşılığı yoktu. Şimdi anlamsızlaştı. Dolayısıyla bozulan yapının yeniden rehabilitasyonu gündeminde, iktidar tarafından HDP bir hedef olarak görünüyor. Sonuç alabileceğini asla düşünmüyorum. Siyasal parti formunun ötesinde söylüyorum, ben Kürt halkının, özellikle Kürt yoksullarının geldiğimiz bu noktada iktidar ile herhangi bir anlaşma, uzlaşma eğilimi bile taşımadığı kanaatindeyim. Son derece kararlı bir şekilde, bunca yıl ödedikleri bedellerin karşılığını almak için bu iktidarla hesaplaşma arayışı içinde olan bir toplumsallık görüyorum.
 
 Muhalefetin erken seçim çağrısı var. Erken seçim olası mı?
 
Bu iktidardan bir an önce kurtulmak gerektiğini düşünüyoruz. Türkiye’nin bu rejimle yönetildiği her gün, yoksullar, emekçiler, bizim kendimizi bir parçası hissettiğimiz toplumsal kesimler açısından olumsuzluktur. Bir an önce kurtulmak gerekir. Erken seçim çağrımızın esası budur. Erken seçim meselesi çift taraflıdır. İktidar açısından baktığımızda benim görebildiğim, kendi kazanabileceği koşulları inşa etmeden bir seçime gitmeme arayışı var. Şimdi adalet, ekonomi reformu siyasi partiler ve seçim kanununda birtakım düzenlemelerden bahsediliyor. Bunlarla hem bir cila hem de bir alt yapı faaliyeti yapılıyor. Bizim bu konuda çok köklü bir itirazımız var. Muhalefeti de buradan eleştiriyoruz. Bu kabul edilebilir bir şey değil. İktidar bütün koşulları kendisine uygun yarattıktan sonra seçime gidecek uygun bir dizayn yapıyor. Muhalefetin burada seyirci kalması doğru değil; buna hamle geliştirmek gerekir. Kuvvetli bir karşı duruşu örgütlemek gerekir. Siyasi Partiler Yasası’nda, İçtüzük’te değişikliklerin yapılacağı yönünde tartışmalar var iktidar cenahında. Bu oyuna gelmemek gerekir. Tam da bu nedenle ben yakın zamanda iktidar cephesinden bu düzenlemeler yapılmadan bir erken seçim adımı atacağını düşünmüyorum.
 
Sokaktaki insanın esas olarak bir erken seçim talebi olduğunu görüyoruz. Zaten olmasaydı bugün hala Berat Albayrak Hazine ve Maliye Bakanımız olurdu.
 
Ama muhalefetin kararlılığı, zorlayıcılığı ve bunun halkta bulacağı karşılıkla beraber, iktidar bir erken seçime mecbur bırakılabilir. Bunun koşulları bence var. Çünkü sokağa çıktığımızda, sokaktaki insanın esas olarak bir erken seçim talebi olduğunu görüyoruz. Zaten olmasaydı bugün hala Berat Albayrak Hazine ve Maliye Bakanımız olurdu. O da bir göstergeydi. İnsanların artık biriken tepkisinin, öfkesinin artık saray duvarlarını da dövmeye başladığını görüyoruz. Orada ses geçirmemek konusunda çok kalın duvarlar var ama o duvarlarda artık halkın sesini duymak zorunda kalıyor gibi geliyor bana. Dolayısıyla muhalefetin, halkın bu öfkesini, halkın bu tepkisini ve halkın bu talebini daha güçlü bir biçimde dile getirdiği bir durumda bir erken seçimin olası olduğu kanaatindeyim.
 
Çağrılar var ama muhalefet erken bir seçime hazır mı? TİP olası bir erken seçimde nasıl bir strateji izleyecek?
 
Muhalefet partilerinin Türkiye İşçi Partisi’ni de katarak söylüyorum, henüz halkın ihtiyaç duyduğu ölçüde hazır olmadığı kanaatindeyim. Ama şimdi siyaset basit bir matematik denklemi değil. O yüzden gönlüm rahatça biz hazırız diyebiliyorum. Halkta biriken öfke, halktaki o büyük enerji, muhalefet partilerinin açığını fazlasıyla kapatabilecek, hatta arttırabilecek bir düzeyde. Biz Türkiye İşçi Partisi olarak, seçime girmenin asgari koşullarını yerine getirmeyi önümüze ilk hedef olarak koymuştuk. Devletin, sonuçta sosyalist partilere dönük seçimlere sokmama gibi uzunca bir süredir yönelimi vardı. Şimdi bürokratik, teknik birtakım zorluklar çıkartıyor. Türkiye İşçi Partisi olarak bunları aştık ama tabi bu yeterli değil. Bu seçime girmeye hazır olmak anlamına gelmiyor. Dört bir yanda memleketin her noktasında bu örgütlülüğü geliştirmeye çalışıyoruz. 
 
Kolay değil, çok uzun yıllardır olmayan tarzda bir siyaset yapmaya çalışıyoruz. Türkiye’de özellikle emekçiler arasında, ‘Birileri bizim adımıza siyaset yapsın, birileri bizi kurtarsın’ yönünde kuvvetli bir eğilim var. Türkiye İşçi Partisi böyle bir yer değil. Dolayısıyla bu yeni siyaset tarzını, yeni siyaset kültürünün kazandırılması, aynı zamanda örgütleme faaliyetleri, açık söyleyeyim iki yıldır epey zorlanıyoruz. Ama halk meclisleri, dayanışma ağları noktasında henüz istediğimiz durumda değiliz. Bu bir eksiklikten ziyade, böyle bir alışkanlığın toplumsal düzeyde yer etmemesiyle de ilgili. Israrcıyız. Türkiye’de siyaset başka bir biçimde yapılabilir.
 
 Nasıl bir siyaset?
 
Bireyin özne olduğu, sadece partilerin genel merkezlerinde alınmış kararların hiyerarşik bir biçimde aşağıya doğru aktarıldığı ve alkışlandığı bir siyaset yapma tarzı değil de, mahallesindeki, işyerindeki, okulundaki meclis aracılığıyla insanların siyasete katılabildiği bir tarzın yerleşmesi için siyaset yapıyoruz. Her geçen gün lehimize sonucun iyi olacağı kanaatindeyim. Pandemi koşulları, insanların hem sokağa çıkarken tereddüt etmesine neden oluyor hem de çalışma koşulları inanılmaz ağırlaşmış durumda, çalışamayan insan sayısında büyük bir artış var. Kitlesel bir biçimde işsizlik yaşıyoruz, bunun doğal sonuçları yoksulluk, hayatını idame ettirme gibi yurttaşlarımızın ciddi sıkıntıları var ve tam da o meclislerimizin, dayanışma ağlarımızın istediğimiz ölçüde büyümemesi, yaygınlaşmamış olması nedeniyle de bu alanda ciddi zorluklar çekiyoruz. Bunları da hani her sorun aslında bir çözüm çağrısı, oradan da örgütlemeye çalışıyoruz.
 
 Siyaset sahnesine yeni katılan Gelecek ve DEVA gibi partilerinin siyasete nasıl bir etkisi olur?
 
 Suruç’ta, Ankara’da kardeşlerimizi kimin katlettiğini öğrenmek istiyoruz. Hangi sürecin, hangi planların ürünü olarak arkadaşlarımız hayatlarını kaybettiler? Bu memlekette neden savaş politikalarına dönüldü? 
 
Yansıtıldığı kadar büyük bir etki görmüyorum. DEVA ve Gelecek partilerinin ikisinin de kullandığı ortak bir şey var. AKP’nin kuruluş kodlarına geri dönmek. AKP’nin kuruluş kodlarına karşıyım. Memleketi batıran AKP’nin kuruluş kodlarıydı. O açıdan bu benim için hiçbir şey ifade etmiyor. İktidarın eylemlerine yönelttikleri eleştiriler konusunda bu partilerden tutarlılık bekliyoruz. Türkiye’nin ekonomik durumunu eleştiren Ali Babacan’ın kendisinin ekonomiden sorumlu olduğu dönemde, Türkiye’de sermaye sınıfının ve işçi sınıfının durumuna ilişkin verileri paylaşmasını bekliyorum. Ya da Davutoğlu, ‘Konuşursam neler olur?’ diyor ama konuşmuyor. Biz Suruç’ta, Ankara Katliamı’nda kardeşlerimizi kimin katlettiğini öğrenmek istiyoruz. Hangi sürecin, hangi planların ürünü olarak arkadaşlarımız hayatlarını kaybettiler? Bunları öğrenmek istiyoruz. Bu memlekette neden savaş politikalarına dönüldü? 
 
Bunun açıklanması gerekiyor. Şimdi bunları açıklamadığınız durumda, samimiyet sınavından geçememiş olursunuz. Ben içinde bulunduğumuz çağda, siyasetin esas olarak açık, şeffaf, samimi bir biçimde yapılması gerektiğini düşünüyorum. Bakın ittifaklar meselesinde de söylemeye çalıştığım şey de buydu. Ne düşünüyorsanız, açık, şeffaf, samimi bir biçimde ortaya koyun, mesafemiz belli olsun. İlla yan yana olmak zorunda ya da iç içe olmak zorunda değiliz. Ama ben ne düşünüyorsam, bunu söyleyebilme hakkına, özgürlüğüne sahip olmalıyım. Siz de böyle yapmalısınız.
 
Gündeme oturan bir diğer konu Berat Albayrak’ın istifası. Çeşitli senaryolar var, siz nasıl okudunuz? 
 
Gerçekten istifa edebilecek bir irade taşıdığına inanmıyorum. Dolayısıyla daha bütünlüklü bir kararın sonucu. Ama kritik olan şey şu galiba; iktidarın bir ‘feda’ satranç kavramıyla konuşuyoruz, feda etmek zorunda kaldığı bir aşamadayız. İktidar da bunu görüyor. Memlekette ekonomik gidişata ilişkin iktidarın söylediği birtakım şeyler var, bir de bizim gördüğümüz, söylediğimiz, bağırdığımız ama bir türlü kabul ettiremediğimiz birtakım gerçekler vardı. İktidar bizim söylediklerimizi kabul etmiş oldu. Bu istifa ‘memlekette ekonomi kötüye gidiyor’ beyanıdır. Albayrak’ın istifası, Adalet ve Kalkınma Partisi yöneticilerinde, üyelerinde, tabanında, devlet bürokrasisinde bir sorgulamaya neden olmalı. Albayrak’ın başlangıç olduğunu düşünüyorum. Bu toplumsal muhalefetin, yükselen halk hareketinin iktidar cephesinde yarattığı bir kırılma, bir başlangıç adımı olarak kıymetli.
 
Azerbaycan tezkeresi Meclis’ten geçirildi. Tezkerenin iç siyasete ve diplomatik ilişkilere yansımaları ne olur? 
 
Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi denilen ucube sistemin ilginç bir şeyi var. Mesela Sağlık Bakanı pandemiyi yönetemiyor; algı yönetiyor, bilgi saklıyor. Toplumun güvenliğinden sorumlu İçişleri Bakanı, bir kabadayı edasıyla sağı solu tehdit ediyor, ayar vermeye çalışıyor. Milli Eğitim Bakanı sistem çökünce mutlu oluyor. Yani gerçekten akıl alır gibi bir şey değil. Memlekette Mart ayından bu yana devam eden salgın, bir hastalık var. Eğitimin çevrim içi yapılması gerektiği açık, bunu hazırlamayan Milli Eğitim Bakanı, sistem çökünce ‘talep çok ne güzel’ diyor. Bütün bu saçmalıkların olduğu bir ülkede Dışişleri Bakanlığı ne iş yapar? Dışişleri politikası ne olur? 
 
İşte dünyanın neresinde savaş olsa, oraya en hızlı ‘ben koşayım’ diye bakar. Dış politika da barışçı ve halkın çıkarlarını gözeten değil; iktidarın prestij sağlaması, para kazanması, ayakta kalabilmesi için hangi adımın atılması gerekiyorsa onu atıyor. Bu adımlar da doğal olarak içerideki dengeleri, milliyetçi, yerli dedikleri konsepti koruyabilmek için savaşçı politikalar oluyor. İşte Suriye’de de böyle Libya’da da Azerbaycan’da da böyle. Kuzey kutbunda savaş çıksa, oraya da koşarak gidecekler diye düşünebileceğimiz bir algı. Ben bunların esas olarak iç politik anlamı olduğunu düşünüyorum. Uluslararası siyasette Türkiye’nin pozisyonunu belirleyebilecek etkili şeyler olmadığı kanaatindeyim.
 
Türk dış politikasının temelinin, arayışının özellikle AKP iktidarı döneminde; barış, halkların eşitliği, özgürlüğü, kardeşliği olmadığını; temel arayışlarının iktidarlarını korumak, kar elde etmek, para kazanmak olduğunu söylemek mümkün. ‘Türkiye’nin en ucuz malı askeridir’ diye bir deyim var. Bu iktidar da bunu çok iyi kavramış durumda ve askeri gücünü bir bölgeyi rant alanına çevirebilmek için kullanıyor.
 
MA / Diren Yurtsever