ANKARA - Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın son açıklamalarıyla yeniden gündeme gelen “İslam’da değişim” meselesi en az 11 asırdır süren bir arayışı ifade ediyor. Meselenin birde felsefeyle ilgili boyutları var.
Din adına her türlü aşırılığın, uçuk fikirlerin üretildiği ve bunun da siyasi bir güce tahvil edildiği Türkiye ve Ortadoğu coğrafyasında dinde reform ya da “İslam’ı yorumlamada yenilenme” tartışmaları ve arayışları sürüyor. Bir kaç gün önce konuyu gündeme getiren AKP Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, tartışmayla farklı beklentiler murat etse de, bu tartışma bir ihtiyaca işaret ediyor. Ayrıca hem İslam coğrafyasının genelinde hem de Türkiye’de İslam’da reform, rönesans ve değişim talebi aslında yüzyıllar öncesine denk gelecek bir arayışın da göstergesi.
DEĞİŞİM İLE DEĞİŞMEZLİK ARASINDAKİ GELGİT
Cumhurbaşkanı Erdoğan, “dinde reform” önerisini dile getirdikten sonra ya konuyu gündemde tutmak ya da gelecek olan tepkilerin önünü almak için Gregor Johann Mendel’in “durağanlık” olarak kavramsallaştırdığı “metafiziğe” saparak, “bazı kuralların mutlaklığından ve değişmezliğinden, dinde reformun hadlerine olmadığından” bahsetti. Bu arada “kalıtım ya da bir başka ismi ile genetik biliminin” kurucusu olarak kabul edilen Avusturalyalı bilim insanı Mendel'in aynı zamanda bir rahip olduğu yani dini kökenli olduğunu unutmamak lazım.
UZUN BİR FELSEFİK MÜCADELE
Tartışmanın yüzlerce, binlerce yıllık bir geçmişi var ve sadece İslamiyet’in güncellenmesi meselesiyle de sınırlı değil. Bu tartışma iki temel felsefik akım arasındaki uzun tartışma serüveninin ürünü olarak varlığını sürdürüyor. “Ruh mu madde mi” ikilemi üzerinde şekillenen, farklılaşan yüzlerce başka akımı beraberinde getiren bu tartışmalar aynı zamanda bir yol, yöntem ve metod dayatması ile nasıl düşünülmesi ve algılanması gerektiği konusunda da hükmetmeye çalışıyorlar.
DEĞİŞTİRİRİM AMA DEĞİŞMEM!
Günümüzde sağcı ve temelini metafizik düşünceden alan birçok siyasi akım, değişmezliği, tekçiliği ve bunun üzerinden yücelttikleri teorik iddialarının aksine günlük pratik uygulamalarında çoğunlukla “diyalektik” yöntemi uygular. Örneğin “dinin değişmezliğini” dile getiren AKP siyaseti ve Erdoğan, bir yandan da siyasi sistemin ve hayatın değiştirilebileceğini belirterek, BM konusundaki fikirlerini gündeme getiriyor. Kendi iktidarına karşı “kaderciliği, böyle gelmiş böyle giderci” bir anlayışı öğütleyen bu yaklaşım, öte yandan kendisine duyduğu özgüvenle yine tam da “diyalektiğin kurallarına” uyarak, “adaletsiz dünya düzenini, BM sistemini değiştireceğini” ileri sürüyor. Erdoğan, “Dünya beşten büyüktür, bu düzen böyle gitmez” derken aslında mutlak olan tek şeyin “değişim” olduğu ilkesi ve yasasına göre hareket etmiş oluyor. Dolayısıyla güç odaklı siyasetlerin “değişim ve değişmezlik” olgusunu ikili bir karakter olarak ve daha çok kendi pozisyonlarına, ihtiyaçlarına göre kullandıklarını görmek mümkün. Dünyayı değiştirebileceğini ifade eden bu anlayışın benimsediği dini inanç üzerinden başlayarak, sonra kendisine indirgediği “değiştirilemezliği, mutlaklığı” zihinlere kazıması da bunun işareti.
ÜSTÜN İRADE…
Üstelik bu zihni yaklaşım, değişimi ve değişmezliği nesnel koşullardan da soyutlayarak, sadece “bir güç ilişkisi” üzerine öznel koşullara indirgiyor. İstenççilik olarak da tanımlanabilecek ancak iradeyi sadece kendi iradesinden ibaret sayan bu yaklaşım, tamda bir egemenlik yaklaşımı olarak ortaya çıkıyor. Osmanlı, Roma, Moğol imparatorlukları, İskender ve Firavun ve hatta Hitler, Napolyon, “dünyayı fethetme, değiştirme” duygusu üzerinden hareket ederken, “tek muktedir ve değişmez olanın” kendileri olduğunu savunuyorlardı.
DOGMATİZMİN DİN HALİNE GELMESİ
Dolasıyla dogmatizm ya da mutlaklık sadece dini akımlara özgü değil; aynı zamanda “modern siyasi” akımların da kendi meşreplerince kullandıkları bir çeşit din olarak ortaya çıkıyor ve esas olarak ellerindeki gücün ilelebet sürdürme isteğini gösteriyor. Kendisinden önceki sistemin değişimi üzerinden şekillenen ve onun bağrında çıkan Kapitalizm, Fukuyama’nın “tarihin sonu” tezine dayanarak kendisini mutlaklaştırması başka türlü nasıl tanımlanabilir? Ayrıca “tarihin sonu” tezinin İslamiyet’in “son din” tezine benzerliğinin bir çeşit “modern doğma” olarak tanımlanması da boşuna değil. Oysa kendisini mutlaklaştıran her düşünce yine “diyalektiğin” temel ilkelerinden biri olan “değişimin mutlaklığına” dayanarak herkesi ve her şeyi değiştirebileceği kendilerine uyarlayabileceğini savunması değişim dinamiğinin karşı konulamaz gücünü göstermesi bakımından da önemli. Bu paradoks aynı zamanda diyalektiğin “zıtların birliği/çelişkilerin varlığı” ilkesinin de kanıtı.
İNSANLIK EN AZ 5 BİN YILDIR HAKİKATİ ARIYOR
Dünyayı, doğayı ve insanlığı tanımlamaya çalışan her akım bir yöntem olarak bu düşünce sistemleri arasında gel-git yaşadı. Ancak değişimin temel bir geçerlilik olduğunu bundan tam 2 bin 500 yıl önce “Aynı nehirde iki kez yıkanmaz” sözüyle dile getiren Heraklitos, bugünkü tartışmalara da ışık tutuyordu. Sonraki yıllarda Nietzsche, “Dünya’ya her zaman gerçek gerekecek, öyleyse her zaman Heraklitos gerekecek” derken bu değişim diyalektiğinin gerçeklik ile bağını kurmaya çalışıyordu.
DEĞİŞİM KUDRETİ
Değişim tartışması ve arayışı, sistematik yazılı metinlerle günümüze kadar ulaşan antik Yunan döneminin de temel yaklaşımlarının başında geliyor. Fizikçi, maddeci ve diyalektikçi yaklaşımları ile öne çıkan Millet’teki okulların karşısına, değişmezliği ve mutlaklığı savunan Elea’ların okulları ve düşünce akımları dikiliyordu. Üstelik felsefeci Orhan Hançerliğioğlu’nun çeşitli kaynaklarda aktardığına göre Milletliler değişim felsefesini Mısır ve Babil bilginlerinin bilgisi üzerine kuruyorlardı. “İlk varlık bir, noktadır. Nokta hareket ederek çizgi; çizgi hareket ederek satıh; satıh hareket ederek cisim olmuştur. Şu halde her başka cisim bir başka sayının karşılığıdır” diyen ve matematiğin babası olarak kabul edilen Pisagor, “Evren, bir sayı uyumudur” görüşüyle matematik üzerinden dünyayı algılama arayışında devinim ve değişimi bir başka açıdan işaret ediyordu.
DEĞİŞİM DÖNGÜSÜ
Bu temel tartışmalar daha sonra inanç olarak kendisini sistemleştiren dini akımlara da sirayet etti. Ya da daha doğru bir ifadeyle ilk dini akımlardaki tartışmalar felsefik tartışmalara ve yeniden dini arayışlara kaynaklık eden döngü, aynı zamanda düşüncenin akışını, yenilenişi ve değişiminin de halkaları hakkında bilgi veriyor.
İSLAM’DAKİ DEĞİŞİM İSTEĞİ VE ARAYIŞI
Şu halde “İslam’da değişim, rönesans” tartışması tek başına felsefik bir tartışmanın ötesinde, din adına hareket edenlerin ellerindeki mutlak güç ve iktidar olgusuna yükledikleri anlamlar ve onu kendi ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirme yaklaşımının da sonucu.
MEDİNE SÖZLEŞMESİ VE YENİLENME ARAYIŞI
Üstelik İslam düşüncesi özgülünde yaşanan bu değişim sancıları başkan dinler ve inançlarda da yaşanmış, halende devam ediyor. Ancak, çok ölümcül sonuçları olsa da İslam’daki değişim arayışları çok eskilere dayanıyor. İslam medeniyeti içinde yaşayan topluluklarla nasıl iç içe, barış içinde yaşanacağının arayışı olarak kabul edilen ve daha Hz. Muhammed döneminde yapılan Medine Konferansı ile onun üzerinde şekillenen Medine Sözleşmesinin “İslam’da yenilenme ve rönesans” ihtiyacını karşılamasa da ilk dönemlerde başlayan arayışları gösteriyor.
‘FELSEFE YAPMAK PEYGAMBERLİK YAPMAKTIR’
Zaten ortaya çıktığı koşullarda bir yenilenme ve değişim yaratan İslam inancı, özellikle iktidarlar tarafından “katı değişmezci” tavrına karşılık değişim arayışlarını da daim kıldı. Mezhep ayrışmaları, bir yandan dini anlama, algılama arayışlarından ve bu konudaki ayrışmalardan doğsa da değişim arayışını da yansıtıyordu. El Kindî, Farabî, İbni Sina, İbni Rüşt, İbnî Bace, Gazzalî, Sühreverdi, İbnî Tufeyl gibi İslam düşüncesinin başlıca felsefecileri ve düşün insanları olarak kabul edilen insanların tamamı, bu ihtiyaca yönelik arayışları ortaya koydu. Kimisi İslam’ın katı yönlerini savunurken, yine de meseleyi bir tartışma zemininde tutuyordu. İşrakiye, Meşaiyye gibi okullar ve ekoller bu tartışmalara kaynaklık etti. Ahlakçılığı geliştiren Farabî’nin toplumculuğu dinin iktidar aracı haline getirilmesine duyduğu tepkinin dışa vurumudur. Henüz 33 yaşındaki Selahattin Eyyubi’nin talimatı üzerine öldürüldüğü belirtilen ve Zerdüştlükten kalma “ışıkçılığın” kurucusu olarak kabul edilen Şahabettin Sühreverdi, “Felsefe yapmak, peygamberlik yapmaktır. İnsan nefsini eğiterek, basamak basamak ışığa yükselir” derken, bilgi sevgisine ve arayışın daimliğine işaret ediyordu.
‘TANRIYA ULAŞMA ARAYIŞI’
Yine bir akım olarak ortaya çıkan ve İslam’daki anlam arayışının derinleştiren, “Var olan anlamların ötesindeki daha derin anlamları bulmak” manasında kullanılan, “batinilîk” İslam düşüncesindeki önemli değişim arayışının başında geliyor. “Namaz kılmak tanrıya yaklaşmak içindir, tanrıya yaklaşmış birinin namaz kılmasına gerek kalmaz” savı üzerinden hareket eden bu eğilim sonraları, “Enel hak” öğretisiyle de hayat buldu ama Halac-ı Mansur örneğinde olduğu gibi derisi yüzülerek cezalandırıldı. Ardından bu öğretinin izleri, Fazlullah’ta, Mevlana’da, Hacı Bektaş’da da görüldü. Tasavvuf bilginlerinden Feridüddin Attar Simurg destanında, bu arayışı, “Tanrıyı arayan sonunda kendisini bulur” diyerek bu arayışı sürdürdü.
DEĞİŞİM İÇİN HALK İSYANLARI
Cenneti yeryüzüne taşıma iddiasında olan Hassan Sabah’ın Batinî/İsmailiye tarikatı, 9’uncu yüzyıldan itibaren ortaya çıkan Karmatilik, Şeyh Bedreddin, Hurremîler, Baba İylas, Baba İshak önderliğindeki ayaklanmaların tamamı da İslam’daki bu değişim isteğinin dışa vurumuydu. Bu arayışlar ve isyanlar yenilmiş olsa da İslam’daki değişim arayışı bugün olduğu gibi bir ihtiyaç olarak varlığını sürdürüyor.
MA / Kenan Kırkaya