Doç. Uğurlu: Kentsel dönüşümle insanlar da tek tipleştiriliyor

img

İSTANBUL – Ekolojik ve kentsel gelişmelerde Türkiye’nin hala planlı hareket etmediğine dikkat çeken Doç. Dr. Örgen Uğurlu, kentsel dönüşümle sadece yapıların değil insanların da tek tipleştirildiğinin altını çizdi. 

Kentsel dönüşüm, yerinden edinme, kentlerin tarihi ve ekolojik gelişmelerle ilgili birçok çalışması bulunan Kocaeli Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü’nde öğretim üyesi olan Doç. Dr. Örgen Uğurlu, Türkiye’de yaşanan ekolojik tahribatlar ve kentsel dönüşümü değerlendirdi. 
 
Kentsel dönüşümün “kentsel yenilenme” anlamına geldiğini ama bunun Türkiye’de bu şekilde yürümediğini söyleyen Uğurlu, “Kentsel dönüşümle erişilmeye çalışılan şey tek tipleştirilmiş, tek tip kimlikler yaratmaktır. Tek tip yapı, cadde ve mağazalar ile inşalar da tek tipleştirilmeye çalışıyor. Çünkü kapitalizm kentlerden böyle bir şey istiyor. Ve ötekiler, farklılar bu genel egemen içerisinde öğütülmeye ve tek tipleştirilmeye çalışılıyor. Eğer uyum sağlarlarsa kent içerisinde var olmaya devam ediyorlar. Uyumsuz olan tüm pirincin taşlarını ayıklayıp dışarı gönderiyorlar. Bu nedenle de bir tür yerinden edilme süreci yaşanıyor” diye belirtti.
 
‘KÜLTÜR FARKLILILĞI OLUŞUYOR’
 
Özellikle kentin daha önceden çeşitli nedenlerle imara açılmamış ve gecekondulaşmış sermayenin ve devletin el ele vermesiyle oluştuğunun altını çizen Uğurlu, “Bu insanlar barınabilecek koşullarda olabilselerdi ve bu konutlara erişebilecek maaşları olsaydı derme çatma yapılarda yaşamazlardı. Bu alanlarda özellikle rantı yüksek olan yerler toplumun yine orta sınıfına layık görülürken, oranın yasaklı kullanıcıları dediğimiz gecekondu halkı yerinden ediliyorlar. Ya da eğer toplumdan çok tepki gelirse toplu konut idaresinin sosyal konut üretme zorunluluğu gereği belli sayıda konut, bu kişilere, ailelere tahsis ediliyor. Ama orada da bir kültür farklılığı oluşuyor. Ayağı bahçeden eksik olmamış, tek katlı yapılarda yaşamış, altında, üstünde, yanında komşu kavramını yaşamamış insanları siz kulelere zapt etmeye çalışıyorsunuz. Bu çok başka bir yaşam örgüsüdür” dedi.
 
‘TARİHİ ESER GÖZÜYLE BAKILMIYOR’
 
Batman’da bulunan Hasankeyf’in sular altında kalmasını ve İzmir Bergama’daki Allianoi Antik Kenti’nin üzerinin toprakla kapatılıp baraj yapılmasını hatırlatan Uğurlu, değerlendirmesini şu ifadelerle sürdürdü: “İzmir Bergama’da bulunan Allianoi’nun üzerine toprak ve beton kapatıp üzerine baraj yapılması öngörüldü. Bu kurulduğu zaman bakan çıkıp ‘Biz nasıl tarihi kentleri toprak altında kazıp çıkardıysak, bizden sonra gelecek kuşaklar da bunları toprak altında kazıp çıkarabilirler’ dedi. Tarihi eserlere tarihi eser gözüyle bakılmıyor. ‘Zaten toprak altındaydı. Biz çıkarmıştık. Yine toprakla kapatacağız’ deniliyor. Ancak söz konusu Hasankeyf olunca konu başka noktaya gidiyor. Çünkü orası aşınmayla oluşmuş bir coğrafya. Bu alanı kaç ton toprakla örteceksin? Buranın kapatılması söz konusu değil.” 
 
Türbe, köprü ve önemli tarihi eserlerin taşınmasından da söz eden Uğurlu, “Bu santralin tüm tarihi eserlerin taşınmasıyla birlikte maliyeti ne olacak? Ömrü boyunca üreteceği enerjinin maliyeti ne olacak? Attığımız taş ürküttüğünüz kuşa değecek mi? Nerelerin sular altında kalacağı da kritik. Nerelerin karasal bağlantısı kopacak. Bunlara iyi bakmak, coğrafyayı iyi okumak, bölgeyi iyi okumak gerekir. Kaç köy sular altında kalıyor? Bu köylerde kimler yaşıyor? Bu köylerde yaşayanlar nereye gidecek?” diye sordu.
 
‘İNSANLAR GÖÇE ZORLANDI’
 
Urfa ve Adıyaman arasında GAP kapsamında yapılan Atatürk Barajı’nı da hatırlatan Uğurlu, burada 13 köyün yerinden edilmesinden de bahsederek, “Bölgede 5 ve 6 şehre etkisi oldu. Adıyaman eski Samsat köyü bu barajdan kaynaklı tamamen sular altında kaldı. Yine burada bir köy tamamen yerinden edilmiş ve kimisi Adıyaman Merkez’e kimisi Didim’e gönderildiler. Hiç tanımadıkları ve ne yapacaklarını bilmedikleri bir coğrafyaya gönderdiler. Bu bir müdahaleydi. Onun tarlasına karşı portakal bahçesi verdiler. Ancak bu insanlar portakal yetiştirmeyi bilmiyorsa ne olacak? Keza buraya zorunlu göç ettirilen insanlar şuan portakal bahçeleriyle değil inşaat işinde çalışıyor” diye konuştu. 
 
‘TAHRİBATLAR SAYMAKLA BİTMİYOR’
 
16 yıllık AKP iktidarının tahribatlarının sayılamayacak kadar çok olduğuna dikkat çeken Uğurlu, İstanbul üzerinden örnek vererek, “Doğanın kendini yenileyebilme kapasitesi vardır. O kapasitenin üstüne çıktığımız anda o doğayı yok etmeye başlıyoruz. Tüm yerkürede bu kapasiteyi çoktan aştık. İstanbul üzerine gelip bakarsak bir plansızlık, bir inşaat sektörüne ‘yürü ya kulumculuk’ ve bunun ardından tükenen kaynaklar var. İstanbul artık nefes alamıyor. İstanbul’un suyu yok. İstanbul’un ekolojik kaynakları aslında 10 yıl önce bitti. Son yaşam damarları da bitirildi. Havaalanı zaten kuzey ormanlarının sonunu getiren bir adım oldu. Planlı bir şekilde hareket etmiyoruz. Bölge halkıyla görüşmüyoruz. ‘Ben yaptım oldu’ şeklinde hareket ediyoruz. İstanbul’u daha nice felaketlerin beklediği, bilim insanların ortak kararıdır” diye konuştu.  
 
Yale Üniversitesi’nin 2 yılda bir yayınladığı raporlara göre, Türkiye’nin her yıl çevresel verilerde sürekli geriye düştüğünü gördüklerini ifade eden Uğurlu, “İleriye gittiğimiz tek şey ağaçlandırma. Ama bin ağaç söküp bin fidan diktiğinizde o onu karşılamıyor. Ağaçlar topluluğunun orman olabilmesi için onlarca yıl geçmesi gerekiyor” dedi. Uğurlu, iklim değişikliğinin bütün dünyaya etkisinin olacağına işaret etti.
 
‘YAŞANACAK FELAKETLERE HAZIR OLMALIYIZ’
 
“Ekosistemin kendini yenileyebilme kapasitesi, taşıma kapasitesinin çok üstündeyse orada sorun vardır” diyen Uğurlu, sözlerini şöyle sürdürdü: “Bakın kentler oluşturuyoruz ve oluşturduğumuz bu kentlerde yağmurun toprağa gitme şansı yok. Betonlar ve asfaltlar arasında yağmurlarımızı kaybediyoruz. Yağmurlar olduğu gibi kanalizasyonun yağmur suyu şebekesine karışıyor. Yağmur sistemi ayrık sistemle toplanıp denize gidiyor. Çok az kısmı arıtma tesislerinden gidilerek kullanıma dönüyor. Ama buna karşın biz kurduğumuz kentlerin su ihtiyacını karşılayabilmek için yerüstü sularımız yetmediğinden, yeraltı sularımıza yüklenmeye başladık. Kentlerde istihdam diyerek, sanayiler kuruyoruz ama kurduğumuz sanayilerin kullanacağı su yok. Adres olarak yeraltı sularını gösteriyoruz. Yeraltı suları bir ülkenin madeni gibidir, oluşumu binlerce yıl sürer. Tüketmek an meselesidir.” 
 
Yeraltı sularının tüketimi ile birlikte İç Anadolu’da obruk denilen büyük devasa çukurlar oluşmaya başladığını dile getiren Uğurlu, “Bu obruğun adresi yok. Her an her yerde oluşabilir. Bilmiyoruz ki bu yeraltında ne kadar bir su kaynağı var veya onu çektiğinizde bir göçük oluşacak mı? Toprağın yapısı, direnci var mı? Eğer direnç yoksa bu delik nerede oluşacak? Hiçbirini bilmiyoruz. Bakın birkaç sene önce bir öğrenci yurduna birkaç metre mesafede bir obruk oluştu. O yurdu yutabilirdi de. Sadece sel, heyelan ve dolu değil, bu tür felaketlere de hazır olmamız lazım” dedi. 
 
‘NEREYE GİDİYORUZ DİYE DÜŞÜNMEK GEREKİYOR’
 
Son zamanlarda dolunun Türkiye’nin bir felaketi haline geldiğini de sözlerine ekleyen Uğurlu, “Geçmişe göre çok daha yıkıcı etkiler bırakan dolular yaşamaya başladık. Bir diğer felaketimiz hortum. Türkiye hortum bölgesinde değildir. Hortumun oluşabilmesi için yoğun su ve kara kütlesini birleşmesi gerekir. Ama artık hava kütlenin farklılaşmasından İç Anadolu’da hortum görüyoruz. Daha önce Akdeniz’de Antalyalılar, Mersinliler gözlerken artık İç Anadolu’da da bunları görebiliyoruz. Artık oturup nereye gidiyoruz diye bir düşünmek gerekiyor” diye belirti.
 
‘HALA PLANLI HAREKET EDEMİYORUZ’
 
Yaşanan ekolojik ve kentsel tahribatlardan kurtulmak için çözüm önerisi de geliştiren Uğurlu, şunları söyledi: “Öncelikle ne kadar konut, kim için konut, nerede konut diyerek konutla ilgili derdimizi bitirmemiz gerekiyor. Ardından bu insanların eğitim, sağlık ve istihdam sorunlarına yönelik olarak ne kadar hastane, kim için hastane ve nerede hastane diye sormamız gerekiyor. Yine eğitim için aynı soruları sorarak bunları akılcı çözümler üreterek çözmemiz gerekiyor. Tamamen politik, tamamen seçime dönük vaatlerle belli yerlere, okullar, hastaneler, üniversiteler kurmak, var olan üniversiteleri böl, parçala, yönet sistemiyle yeni pıtrak üniversiteler çıkarmak birilerine verilmiş rektörlük sözlerini yerine getirmekten öte eğitimi iyileştirecek, ileriye götürecek hamleler değildir, bir hamle geliştirmek gerekir. Aynı durum hastane, konut içinde geçerlidir. Bunu çoğaltmak mümkün. Bu nedenle 1960’ta planlı programa geçtiğimizi söylesek de Türkiye Cumhuriyeti olarak ne yazık ki hala planlı hareket edemiyoruz. Belki de çözüm gerçek anlamda planlı bir ekonomi ve sosyal programın içerisinde yatıyor. Ve bunu gerçekleştirirken de belli kesimlerde bilen kişilerle değil, toplumun tüm kesimleriyle gerçekten bir araya gelerek.”  
 
“Gerçekten katılımın olduğu, tarafların sorunlarını dile getirdiği ve bunların dikkate alındığı bir ortam olmalıdır” diyen Uğurlu, “Ne olacağını, ne yapılacağını hep birlikte karar verildiği ama bu kararlar alınırken de bilimsel verilerden, bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu gerçekliklerden yararlanarak üretilecek çalışmalar ve çözümler gerekiyor” şeklinde konuştu. 
 
MA / Sadiye Eser