Öcalan’ın avukatı Erol: Görüşme kanallarının açılması kilidi çözer 2020-04-04 09:12:35 ANKARA - Öcalan’ın avukatlarından Faik Özgür Erol, İmralı tecridi ile “çatışma ve gerginlik iklimi arasında paralel, demokratik diyalog ve pozitif siyaset olanakları arasında ise ters yönlü” bir ilişki olduğunu belirterek, görüşme kanallarının açılmasının devlet içindeki kilitlenmeyi aşmaya da katkı sunulabileceğini söyledi. Kürt sorununu çözme iddiasıyla 2013 yılında başlatılan "çözüm süresi" kapsamında oluşturulan İmralı Heyeti’nin 5 Nisan 2015 tarihinde PKK Lideri Abdullah Öcalan’la yaptığı son görüşmenin üzerinden 5 yıl geçti. Öcalan’la görüşmelerin kesildiği o tarihten bu yana Kürt sorununa dair çözümsüzlük hali derinleşti, siyasi iktidar daha fazla otoriterleşti, halklar ve muhalefet üzerindeki baskılar arttı ve daha önce görülmemiş düzeyde insan hakları ihlalleri yaşandı.   Avukatları ile 27 Temmuz 2011 tarihinden itibaren görüştürülmemeye başlanan Öcalan, cezaevlerinde başlatılan açlık grevleri sonuncunda 8 yıl sonra ilk kez 2 Mayıs 2019 tarihlerinde avukatlarıyla görüşebildi. Bunu yenilenen İstanbul seçimleri sürecine denk gelen dönem içerisinde 22 Mayıs, 12 Haziran, 18 Haziran ve 7 Ağustos tarihlerinde olmak üzere dört görüşme daha izledi. Sonrasında İmralı’nın yolu avukatlarına yeniden kapatıldı.   PKK Lideri ile en son, İmralı Adası’nda çıkan bir yangın sonrası 3 Mart'ta kardeşi Mehmet Öcalan görüştürüldü. Öcalan, verdiği mesajında hala 2013 yılı Diyarbakır Newrozu’nda açıkladığı çözüm noktasında olduğunu ifade etti.   Öcalan’ın müdafiliğini yürüten Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Faik Özgür Erol, İmralı Cezaevi’nin sahip olduğu statüyü, uygulanan tecridin sosyo-politiği ve Öcalan’ın buna karşı sergilediği duruş ile birlikte tecridin Türkiye halklarına yansımalarına dair sorularımızı yanıtladı.   Av. Erol, Öcalan’ın ağır sorunlar karşısında bir arada yaşama ve barışçıl çözüm iradesi yönünde yapıcı olduğunu ve bu yapıcılığını sadece toplumun belli bir kesimini değil, devleti ve toplumsal kesimleri birlikte kapsayan bir yönde yaptığını vurguladı.   “F Tipi” statüsündeki İmralı Cezaevi’ndeki uygulamalar benzer statüdeki cezaevleriyle uyumluluk göstermiyor. En bilinen yönleriyle aile, avukat görüşlerine yönelik engellemeler ve yayınlara getirilen kısıtlamalar gibi. İmralı Cezaevi nasıl bir konuma sahip?   İmralı’nın cezaevi statüsünün F, D ya da L tipi olmasının pratikte herhangi bir karşılığı yok. İmralı’nın statüsünü yine İmralı belirler. Mevzuatta özel bir İmralı cezaevi yasası bulunmuyor. Pratikte ise İmralı’ya adım atıldığı andan itibaren görünmeyen, adı konulmayan özel bir rejim dahiline girdiğinizi anlayabilirsiniz. Elbette bunun hukuksal bir tarifi var ve bu tarifin salt hukuksuzluğa indirgenemeyeceğini söyleyebilirim. Buna politik-idari bir karar ile özel bir hukuk sistemi içinde tutma hali demeyi tercih ederim.   21’inci yüzyılın başından itibaren küresel ölçekte güvenlik odaklı algı ve mekanizmaların hem politik tercihlere hem de hukuksal düzenlemelere giderek daha fazla yön verdiğini biliyoruz. İnsan hakları politikaları, yerini toplumlar için güvenlik riskine dönüştürülmüş tehdit söylemlerine bırakmış görünüyor. Bu tehdit algısı ülkeden ülkeye, toplumdan topluma yönetimin ihtiyaçlarına göre farklılaşabiliyor. Kiminde mülteciler, kiminde yasadışı gruplar, suçlar, hastalıklar, gettolar, farklı etnisiteler ya da mezhepler ama en çok da ‘terörizm’ söylemi içine sıkıştırılmaya çalışılan grup, halk ve topluluklar tehdidin nesnesi ve hedefleri haline getiriliyor. Güvenlik odaklı yeni yapı, mimari, kurum, söylem ve hukuksal düzenlemeler de toplumu bu veya şu tehditlerden koruma argümanıyla kabul edilebilir kılınıyor.   Bu yeni dönemin hukuk sistemi ve mekânlarının da eskisi gibi olmayacağını kabul etmek gerekir. Ancak bir de olağanüstü güvenlik sistemleri küresel bir başarıya erişmeden önce adeta bu yeni iktidar biçimini kristalize edecek mekânlar ortaya çıkmaya başladı. İşte İmralı ve Guantanamo tipi hapishaneler bazı özellikleriyle yeni tercihleri somutlaştırdı, bazı özellikleriyle de yeni güvenlik konseptinin geliştirilmesine ilham verdi.   Kaleme aldığınız bir yazıda “Sistem, Öcalan’ı sadece güvenlik öncelikli bir mekâna yerleştirmedi; onu ayırmayı, farklılaştırmayı, tekilleştirmeyi, çözümlemeyi ve ayrıştırmayı hedefledi” diyerek, İmralı’da müvekkilinize yönelik tecridin bir “yönetim tekniği” çıkarımında bulunmuştunuz. Bu yönetim tekniği hangi ayaklar üzerine kurulu?   Bahsettiğiniz değerlendirmeler, İmralı sisteminin bir yönetim tekniği olarak geliştirildiğini ve giderek toplumsal olarak yaygın bir yönetme biçimine, yönetme sistemine dönüştürüldüğüne dair son yıllarda yaptığımız vurguyu biraz daha detaylandırmaya dönük bir çabaydı. ‘İmralı tecrit sistemi’ derken kastettiğimiz şeyin yılda birkaç avukat, aile ya da heyet görüşmesine indirgenemeyeceğinin altını çiziyorduk. Doğrudur, İmralı tecridi belli dönemlerde çok daha yoğunlaştı. Temmuz 2011 ile Mayıs 2019 Mayıs tarihleri arasında hiçbir avukat görüşmesi yapılmadı. Yine 5 Nisan 2015’den 2 Mayıs 2020’ye dek (2016 Eylül ve 2019 Ocak aylarındaki birer aile görüşü dışında) hiçbir görüşme yapılmadı, İmralı her türlü erişime kapatıldı. Bu, tecridin en yoğunlaştırılmış halini ifade ediyordu ancak bu ağır durum tecrit sisteminin 1999’dan süregelen bazı yapısal özelliklerini görünmez kılabileceği için daha uzun süreli bir değerlendirme yapmak gerekli hale geldi.    Özelde 2016’dan itibaren Kürdistan’a, sonrasında OHAL uygulamaları ile Türkiye’ye yayılan uygulamalar, İmralı’da olgunlaştırılan pratiklerdi.   İmralı sistemi içinde görüşme ve iletişimlerin böyle tek yanlı olarak sürekli kısıtlama halinde tutulması kuşkusuz belirleyici bir sorun. Ancak sadece bundan ibaret değil. İmralı sistemi daha 1999’dan beri böyle kurgulanarak sürdürüldü.   Aslında Sayın Öcalan zaman zaman görüşmelerde orada kurulu olan sistemin mahiyetini ‘sağa, sola dahi dönmenin güç olduğu dar bir koridor’ olarak tarif ediyordu. Orada günlük yaşamın izlenmesi, tüm görüşme ve sohbetlerin kaydedilmesi, iletişim araçlarına erişimin engellenmesi, 10 yıldan uzun bir süre tek kanallı bir radyo olanağından öteye gitmemesi gibi diğer cezaevlerinde görülmeyecek düzeydeki kısıtlamalar belirli bir daraltma amacını güdüyordu. İlginç olan bu tek kanallı sınırlama uygulamasının en gergin dönemlerde de en sakin denilebilecek (diyalog süreci) dönemlerde de ısrarla sürdürülmesiydi. Uygulamadaki kesintisizlik ve süreklilik, bunun giderek bir cezalandırma biçiminden çıkıp başka tür bir idare/yönetim biçimine dönüştüğüne dair hepimiz için geç fark edilmiş bir duruma işaretti aslında.    Sorumluluğu özgülemek için söylemiyorum ancak toplumun demokrat, muhalif, duyarlı kesiminin İmralı’da geliştirilen bu hali görmezden gelerek deşifre etmemesi (ve bu tavrın halen de belirli yönleriyle sürüyor olması), bir yönüyle olağanüstülüğü olağan karşılaması, muhalif Kürtlerin bu konudaki söylemlerinin ise siyasal amaçlara yorularak etkisizleştirilmesinin bazı sonuçları oldu. Daha uzun bir geçmişten de bahsedebiliriz ama özelde 2016’dan itibaren Kürdistan’a, sonrasında OHAL uygulamaları ile Türkiye’ye yayılan uygulamalar, İmralı’da olgunlaştırılan pratiklerdi.    İmralı sistemine dair dile getirdiklerinizin sürekliliği içerisinde Öcalan’ın da aslında sürekli farklı bir yol açma arayışı içerisinde olduğunu görüyoruz. Bu Öcalan’ın kendisini yönetilemez kıldığını mı gösterir?     (Öcalan’ın) politik hamlelerinin yeniliği ve öngörülemezliği, iktidarın bu denli yoğunlaştırıldığı bir mekanı tersinden demokratik ve direngen bir siyasetin alanına dönüştürdü, ki tarihsel olan da buydu.   Elbette, bunları İmralı özelinde geliştirilen ve toplumun büyük bir kısmına doğru yayılan yönetim pratiğinin analizi kapsamında söylüyoruz. Ve tabii ki İmralı tarihi buna da indirgenemeyecektir. İşin 20 yıllık asıl etkili ve çarpıcı olan kısmı, Öcalan’ın İmralı sistemi ile üzerine yönelmiş baskı tekniklerini erkenden çözme, etkisizleştirme, boşa çıkarma, bunlara karşı kesintisiz bir politik duruşu sergileme pratiğidir. Onun onurlu yaşam ve barış eksenine konumlandırdığı duruşunun kesintisizliği, politik hamlelerinin yeniliği ve öngörülemezliği, iktidarın bu denli yoğunlaştırıldığı bir mekanı tersinden demokratik ve direngen bir siyasetin alanına dönüştürdü, ki tarihsel olan da buydu.    Dolayısıyla bu yönetim sistemi dediğimiz hal, sadece üzerimize kapanmış bloke bir tahakkümden ibaret değildir. İmralı örneğinde görüldüğü üzere, bu olağanüstülük tersinden bir demokratik direnme kapasitesinin olağanüstü bir biçimde geliştirilme potansiyelini beraberinde taşır.   Peki, İmralı Cezaevi ile Türkiye’deki hukuk sistemi arasında nasıl bir ilişki var sizce? Ada’daki uygulamaların iç hukuka ne tür etkileri var?    Evet, İmralı sistemi Türkiye’de hukuk sisteminin 2000 sonrası çizdiği yönde ilham verici bir odaktır diyebiliriz. Türkiye hukuk politikasında kırılma eşiğidir de diyebiliriz. Ülkede tecride dayalı bir infaz sistemi 90’lardan beri tartışılıyordu ancak pratik ve kanlı saldırının 19 Aralık 2000’de gerçekleştiğini ve F tipi cezaevlerinin uygulamaya konulduğunu biliyoruz. Bu tarihten itibaren tüm ceza hukuku düzenlemelerine İmralı istisnası eklenir hale geldi. Af ve öğrenci affı düzenlemelerinden tutalım, şartlı tahliye kurallarına, hapishanelerde avukat görüşmelerine, avukatların yasaklanma kriterlerine, yeniden yargılama kararlarına dek bizzat yasa koyucuların ‘Öcalan Yasaları’ diye tartıştığı ekler yapıldı.    Maalesef ekseriyetle bu düzenlemelerin olağanüstü bir yer olarak İmralı ve Öcalan ile sınırlı kalacağına dair bir algı hâkim oldu, ki bu algı ulusal ya da uluslararası kurumlarca da benimsendi. Bunun yeni bir hukuk-politik sistemin işaretleri olduğu görülmedi. Ve işte dediğimiz gibi 2015-2016’dan itibaren önceleri idari-fiili kararlarla, sonrasında resmi OHAL düzenekleriyle istisna kabul edilenlerin kapsamı birden ve hızla genişledi. İdari bir uygulamanın, kararın, yorumun önce uygulanıp sonra yasa ya da kararname hükmü haline getirilmesine dair pek çok örneğe rastladık.   Yönetim mekanizması ile hukuk yer mi değiştirdi yani?    Guantanamo ile benzer özelliklere sahip İmralı rejimi de birer ‘hukuksal kara delik’ olarak, toplumun savunmasız bırakıldığı yeni tip bir hukuk-politiğin habercisiydiler.   Hukukilik prensibi tersine çevrildi, yönetimin işleri hukuka dayanır olmaktan çıkıp hukuksal düzenlemeler yönetim işlerinin yasallaştırılmasına dönüştü. Politik, muhalif mahpuslardan tüm muhalif toplum kesimlerine doğru genişletildi. Şimdiki durum ile de sınırlanmayarak geçmişte şu ya da bu derecede muhalif bir tutum almış, böylesi kaydı bulunan çoğu insanı soruşturma, tutuklanma, işsiz ve birikimsiz kalma, dışlanma, risk altında kalma gerçeğiyle yüz yüze bıraktı. Şimdi artık dilediği hususu hızla yasalaştırabilen, yasalaştırmadığında da idari bir kararla her yasayı haklar aleyhine genişçe yorumlayabilen, dilediği kesimi hukuksal, siyasi ve ekonomik olarak ötekileştirebilen ve bunu son derece genişletilmiş denetim ağlarından kolayca sıyrılarak yapabilen bir yönetim ve hukuk sisteminin varlığından söz edebiliriz.    Artık insanlar hukuken belirsizlik ve geleceğe dair öngöremezlik içerisindeler. Bu durum, hukuksal güvenlik kavramından yoksun kalmayı ifade eder. İngiltere Yüksek Mahkemesi bir kararında Guantanamo için ‘hukuksal kara delik’ tarifini yapmıştı. İşte Guantanamo ile benzer özelliklere sahip İmralı rejimi de birer ‘hukuksal kara delik’ olarak, toplumun savunmasız bırakıldığı yeni tip bir hukuk-politiğin habercisiydiler.    Tecrit sisteminin Türkiye’nin siyasal ve hukuksal yapısına dair etkileri böyle özetlenebilir. Tecrit pratiğinin devamı ise, bu yapının devamlılığını ifade etmektedir. Zira Kürt sorununun çözümsüzlüğü ve bu sorundan türeyen çatışma hali, hem ulusal hem uluslararası politikalarda ‘terörizm ve tehdit’ denklemiyle meşrulaştırıcı bir söylem olarak geliştiriliyor. Örneğin hak ve özgürlükler konusunda varlık nedeniyle çelişir düzeyde zayıf kararlar alan Anayasa Mahkemesi dahi, ifade özgürlüğü lehinde birkaç kararı nedeniyle ‘özgürlükçü’ sıfatıyla eleştiriliyor.   Çözüm süreci kapsamında oluşturulan Heyet’in adaya son kez gittiği 5 Nisan 2015’den sonra İmralı’daki tecrit uygulamaları nasıl bir hale evrildi?   5 Nisan 2015’de İmralı görüşmelerinin kesilmesini, 24 Temmuz 2015’de çözüm sürecinin sonlandırılarak yeniden çatışma ortamına dönüş izledi. Bu tarihten itibaren sokağa çıkma yasakları, sınır dışı operasyonlar, darbe girişimi, OHAL ilanı, kararnameler düzeni, ekonomik ve siyasi krizler vb. oldukça acılı, şiddet yüklü politikaların herkesi sarstığı kritik haller peş peşe geldi. Bu siyasi iklimin Kürt sorunundaki çözümsüzlük ve çatışma haliyle, onun da İmralı’daki tecrit sistemiyle bağlantısı görülmelidir.    Ülkenin bir demokrasi ve hukuk zemini üzerine oturması yolunda Öcalan nasıl bir role sahip?     İmralı tecridi ile çatışma ve gerginlik iklimi arasında paralel, demokratik diyalog ve pozitif siyaset olanakları arasında ise ters yönlü bir doğru ilişkisi var.   Çözümsüzlük halini çatışmasızlığa, diyaloğa dönüştürme etkililiğini Sayın Öcalan’ın gösterebildiğini açıkça deneyimledik. Devleti de, örgütü de bu yönde ikna edebilen, harekete geçirebilen, pozitif bir barış ve diyalog ikliminde ısrarcı olan politik bir duruşu sergiledi ve halen de o duruşu sürdürdüğünü belirtiyor. Pek çok iç dinamiğiyle ayrıca değerlendirilmeye ihtiyacı olsa da 2013-2015 arası dönem bu açıdan önemli bir deneyimdi. Keza 2019 yılı içerisinde gerçekleşen birkaç görüşme dahi ölüm oruçlarına son verme (ki görüşmeler büyük bir açlık grevi-ölüm orucu sürecinin sonucunda gerçekleşmişti), yeniden toplumsal ve siyasal olarak diyalog kurabilme, sorunların çözümüne dair tartışabilme, konuşabilme gibi pozitif sonuçlara yol açtı.   Tüm bunların ortak sonucu şudur: İmralı tecridi ile çatışma ve gerginlik iklimi arasında paralel, demokratik diyalog ve pozitif siyaset olanakları arasında ise ters yönlü bir doğru ilişkisi var.    Öcalan’ın bu konulardaki farkının, ağır sorunlar karşısında bir arada yaşama ve barışçıl çözüm iradesi yönünde yapıcı olmak, yapıcı fikir ve önerilerde bulunmak olduğunu 2019’da bir kez daha gördük. Bu yapıcılığın sadece toplumun belli bir kesimini değil, devleti ve toplumsal kesimleri birlikte kapsayan yönü önemlidir. Zira sürekli kriz hali bir noktaya kadar kolay yönetme olanakları sunsa da, o noktadan itibaren toplum kadar devlet için de oldukça zorlayıcı bir kilitlenmeye yol açabiliyor. Görüşme, diyalog kanallarının açılmasının, bu açıdan devlet için de kilitlenmeyi aşmaya, demokrasi dışı mekanizma ve grupların türemesini sınırlamaya, toplumu oluşturan tüm kesimlerin barış içinde bir arada yaşama kültürüne katkı sunmasını bekleyebiliriz.    Bugün Dünyada ve Türkiye’de koronavirüs salgını giderek yayılırken Öcalan’a dair endişeli misiniz?   Küresel koronavirüsü salgını açısından cezaevlerinin zaten fazlasıyla risk taşıyan mekânlar olduğunu biliyoruz. Bununla birlikte görme, denetleme imkânlarımızın tanınmadığı koşullar düşünüldüğünde, İmralı daha fazla hassasiyet kazanıyor. İmralı’da salgına dönük tüm tedbirlerin eksiksiz olarak alındığından emin olmak zorundayız. Mevcut tecrit hali bu yönde bir denetimi, gözlemi engellediği için bir dizi talep ve bilgi içeren başvurularda bulunduk.  Özellikle adada test kitlerinin bulundurularak hem müvekkillerin hem de onlarla temasta bulunan görevlilerin düzenli olarak teste tabi tutulmaları, erken tanı ve tedavi için elzemdir.   Başvurularınıza ne yanıt aldınız? Herhangi bir önlem söz konusu mu?    Taleplerimize herhangi bir yanıt almadık ancak bu taleplerin sürdürülmesinde ve karşılanmasında son derece ısrarlıyız.   Tıbbi koruyucu malzemelere (eldiven, maske, dezenfektan gibi), temizlik ve hijyen maddelerine, havalandırma ve güneş ışığından yararlanma şartlarına erişimlerinin eksiksiz gerçekleştiğinden emin olmak istiyoruz. Yine salgın vesilesiyle Adalet Bakanlığı’nca cezaevlerine dair alınan tedbirler, düzenlenen yönetmelikler var. Bu tedbirlerin İmralı’da uygulanıp uygulanmadığına dair bilgi sahibi olmak isteriz. Cezaevlerinde ziyaretçi kabullerinde kısıtlamalar olsa da bu süreler telefonla görüşme haklarının artırılmasıyla telafi edilmeye çalışılıyor. Ancak bizler biliyoruz ki Sayın Öcalan ve üç arkadaşına da İmralı’da hiç telefon hakkı kullandırılmadı. Diğerleri, geldikleri cezaevlerinde (2015’de İmralı’ya getirildiler) düzenli olarak telefon hakkını kullanıyorlardı. İmralı’ya geldikleri anda bu hak birdenbire ortadan kalktı. Bir cezaevinden diğerine mi, yoksa bir hukuk sisteminden diğerine mi nakledilmişlerdi? Dolayısıyla bu dönemde diğer cezaevlerinde uygulanan ek süreli telefonla görüşme hakkının ve diğer görüntülü ve sesli cihazlarla görüşebilme olanaklarının İmralı’da da uygulanması gerekmektedir. Şu ana dek taleplerimize herhangi bir yanıt almadık ancak bu taleplerin sürdürülmesinde ve karşılanmasında son derece ısrarlıyız.   Salgın tehdidi nedeniyle yeni bir infaz düzenlenmesi iktidar tarafından Meclis’e sunuldu. Düzenlenmede siyasi tutukluların kapsam dışında bırakılmak istenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?   Salgın ve cezaevleri açısından yürüyen önemli bir tartışma olarak infaz düzenlemesi hakkında da söylenmesi gerekenler var. Zaten politik mahpuslar açısından ayrımcılık üzerine kurulu bir infaz hukuku içinde yeni bir ayrımcılık halkası örülüyor aslında.    Bugün pek çok politik mahpusun 20-25 yıl ve üzeri süreyle cezaevinde olduğunu, yaş, fiziksel durum ve cezaevinde kalma süreleri açısından salgın karşısında en dezavantajlı grubu oluşturduğunu biliyoruz. Tam da bu grubun dışarıda bırakılmaya çalışıldığını görüyoruz. Düzenlemenin, toplumsal ayrımcılığı derinleştirmeyerek infazda eşitlik isteyen sivil toplum taleplerine uygun olarak gerçekleştirilmesi bu açıdan önemlidir.   Yine Anayasa ve AİHS hükümleriyle kendini bağladığını iddia eden bir hukuk sisteminde AİHS kararlarının uygulanmaması gibi bir lüks bulunmamaktadır. Ve AİHS 2014’deki ‘Öcalan/Türkiye’ kararında açıkça şartlı tahliye imkânı tanımayan ölünceye kadar ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının insanlık dışı muamele olduğuna hükmetti. Bu karara rağmen 2014’den bu yana ağırlaştırılmış müebbet cezasının infazına dair bir düzenleme yapılmadı. Elbette bu görmezden gelme tavrının da üstte anlattığımız Öcalan istisnalı hukuk-politikasından kaynaklı olduğunu söylemenin önünde bir engel yok. Gerçekten hukukun temel prensiplerine uygun, nesnel, genel ve eşitlikçi bir infaz düzenlemesinin gerçekleşebilirliği için politik mahpusların dışlanmasına son verilmesi, ayrımsız uygulanması ve ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına dair gerçekçi ve kabul edilebilir bir değişikliği içermesi gerekmektedir. Ağırlaştırılmış müebbet cezasında infaz düzenlenmesinin gerçekleşmesine ilişkin Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin (AİHM kararlarının uygulanmasının takibinden sorumludur) girişimde bulunması da önemlidir.      MA / Berivan Altan