Genç: Kürt sorunu eskiden iktidarları çözüyordu, bugünse devlet mekanizmasını 2020-02-14 09:45:34 HABER MERKEZİ – Barış Grubu üyesi olarak geldiği Türkiye’de, son 21 yılda Kürt sorunu etrafında çekilen sancıları değerlendiren Yüksel Genç, “Kürt sorununun çözümsüzlüğü eskinden siyasi parti ve iktidarları çözüyordu, ama bugün devlet mekanizması ve rejimi sistemsel boyutta çözülmeye başladı” dedi. Ortadoğu coğrafyasına dair gördüğü Osmanlı rüyası, son günlerde özellikle İdlib’te tırmanan gerilimle giderek kabusa dönüşen Türkiye, hamasi tehditler ve etkisiz hale getirildiği ileri sürülen rejim güçlerinin sayısı gibi sakinleştiricilerle yattığı bu uykudan kalkmamakta ısrarcı. Dış politikada attığı her adım daha fazla yalnızlaşmaya dönüşüp, tabut içerisinde geri dönen iktidarın izlediği siyasetin içte neden olduğu kan ve gözyaşından ekonomiye, toplumsal alana yaşanan sorunlar ve yol açtığı yıkım ise, tıpkı ülkeyi vuran deprem, çığ felaketleri gibi doğal halin ötesine geçmiş durumda.    Bugün hem Türkiye hem de Ortadoğu için ihtiyaç duyulan temel şey ise, silah seslerini susturacak barış. Fakat Kürt sorunu özelinde Türkiye’den Ortadoğu’ya yayılabilecek barışı sağlayabilecek masa, PKK lideri Abdullah Öcalan’la başlatılan görüşmelerin sonlandırılması ile yaklaşık 5 yıl önce devrildi. Öcalan, 15 Şubat 1999 yılında küresel güçlerce hedef alınıp Türkiye teslim edildiği günden bu yana İmralı Adası’nda tecrit altında.   Öcalan’ın İmralı’ya hapsedilmesinin üzerinden geçen 21 yılda hem Türkiye hem de Ortadoğu’da önemli değişimler yaşandı. Bu değişimleri Öcalan’ın çağrısı ile 1 Ekim 1999 tarihinde Kandil’den Türkiye’ye gelen 8 kişilik “Barış Grubu” içerisinde yer alan Yüksel Genç ile konuştuk.    Barışı sağlamak amacıyla gelip, iki kez tutuklanıp, cezaevine konulan Genç, aradan geçen yıllarda yaşananlar, Öcalan’a dönük uluslararası komplo ve tecrit politikası, sonlandırılan çözüm süreci ve bugün hala uzak bir ihtimal olarak duran barışa dair sorularımıza yanıt verdi.   Öcalan’ın çağrısıyla 1 Ekim 1999 tarihinde 8 kişilik ilk Barış Grubu olarak Türkiye’ye geldiniz, demokratik cumhuriyete destek ve iyi niyet adımı olarak. Aradan geçen 21 yılda yaşananların ne kadarı tahayyül edilebilirdi sizin için?   Geldiğimiz yıl yaşadıklarımızdan Kürt sorununun çok kolay çözülmeyeceği, barış ve demokratikleşme sürecine Türkiye devlet sisteminin çok kolay girmeyeceği, bu sürecin kolay gelişmemesinin nedeninin devlet mantalitesi olduğunu tahmin edebiliyorduk. İlk çıkarken bile, ya gerçekten karşılık bulur ve tahminimizden daha hızlı sürede son bulur ya da on yıllarca yıl daha sürebilir diyorduk. Bu tamamen karşımızdaki muhatap gücün kendisini nereye konumlandırdığı, Kürt sorununu nasıl çözmek istediği, ne yapmak istediği konusundaki netliğine bağlıydı. Tabi geldikten sonra hem Kürt sorununa dair bagajın çok yüklü olduğunu gördük devlet nezdinde, hem de psikolojik bariyerlerin korkunç derecede topluma da sirayet edebilecek şekilde yükseltilmiş olması meselesi vardı. Ama öte yandan devleti oluşturan güçler arasındaki güç mücadelesinde aslında çözümsüzlük istemeyen, Kürt sorununu çözmekten ziyade sorunu idare edebilir ve kullanılabilir kılmak isteyen tarafların da hiç azımsanmayacak çapta devleti kuşatmış olduğu gerçeği ile karşılaştık.    Yani üç aşağı beş yukarı tahmin ettiğimiz şeyler olmakla birlikte son 21 yıla baktığımızda hem çok müthiş adımlar var, hem de inanılmaz becerisizlikler var. Tabi özünde de çözüm meselesinde olgunlaşmamış hakikatler meselesine çarpıyoruz.    Tüm kişisel ve toplumsal yaşanmışlıkların sizde baskın kıldığı duygu nedir? Ne hissettiriyor?    10-20 yıl savaşmanız halinde tahrip olmuş bir toplum, çok fazla ayrışmış duygular, toplumsal barışın tesisini güçleştirmiş bir pozisyonla karşılaşmak dışında bir sonuç olmayacak.   Gelirken kamuoyuna verdiğimiz demeçlerde şunu çok sık söylüyorduk. Kürt sorununu eğer içerde çözmek istiyorsanız, geldiğimiz noktadan öteye gidecek bir sonuç yok. İster 10-20 yıl savaşın varacağınız nokta bu. 10-20 yıl savaşmanız halinde tahrip olmuş bir toplum, çok fazla ayrışmış duygular, toplumsal barışın tesisini güçleştirmiş bir pozisyonla karşılaşmak dışında bir sonuç olmayacak. Maliyeti yüksek bir süreci 10-20 yıl önceki pozisyona döndürmek için yeniden harcamış olacaksınız tartışmasını çok yapıyorduk ve ne yazık ki zaman bizi haklı çıkardı, keşke doğrulamasaydı.    Kuşkusuz Türkiye toplumunun Kürt siyasi hareketini tanıması, sayın Öcalan’ın yapmaya çalıştığı çözümün ne olduğuna dair inancı, bakışı değişen kesimler de oldu. Bu konuda devlet içerisinde çok önemli bir mekanizma tartışmaya başladı.   Kişisel olarak bütün bunlara baktığımda elbette ki üzülüyorum. Sıklıkla neden başaramadık sorunu hem kişi olarak hem eminim pek çok yapı bunu soruyor. Dönemsel ya da stratejik yanıtları olan sorular bunlar ama önemli olan Kürt sorununun henüz çözülemeyecek noktada olması ve bundan 21 yıl önceki bağlam ve alan değiştirerek büyümüş olmasının getirdiği yeni maliyetler, külfetler, tartışmalar ve çözüm dillerine ihtiyaç duyulması meselesidir.   Öcalan’a dönük operasyon Kürtler cephesinde, Kürt sorununda nasıl bir dönüşüme yol açtı, neler değişti?   Kuşkusuz benim 21 yıl önce çıkıp geldiğim Kürt siyasi hareketi çok fazla değişti. Çok ciddi bir paradigmal değişiklik yaşandı. Bu ideolojik formun değişmesi ve genişlemesi anlamına geldi aynı zamanda. 21 yıl içerisinde Kürt hareketi hiç olmadığı kadar çok kültürlü, çok geniş alanlı, çok araçlı bir mücadele hattına yayılmak ve mücadeleyi bu biçimde dönüştürmek durumunda kaldı ya da böylesi bir tercih içinde yol aldı. Kürt siyasal hareketinin değişmesine bağlı olarak devlet mekanizmasının sıklıkla aldığı “tedbirler” de, ne yazık ki daha çok güvenlikçi ve militer alanda oldu. Dolayısıyla karşı gücün kendisinden de değişiklikler yaşandı.    Her şeyden önemlisi Kürt hareketi ideolojik ve paradigmal formdaki değişikliğin karşılık bulduğu Ortadoğu coğrafyasında artık hegemonik dünya sisteminin krizlerine yanıt verebilecek, dünyanın egemen sistemi içerisindeki yapıların bile göz ardı edemediği alternatif model tartışmalarında işaret edilen bir yer olmaya başladı. Dolayısıyla gelişen süreç her ne kadar Kürt sorununun çözümsüzlüğünü büyütüp, çözüm sahasını genişletmek zorunda bıraktıysa da, siyasal form açısından Kürtlerin dünya ile kurduğu ilişki açısından farklı bir avantaja yol açtı.    Buradan baktığımızda savaş herkesin kaybettiği bir alan ama Kürtlerin çok da kaybetmediğini pekala söylemek mümkün.   99 yılından bugüne Ortadoğu’daki vekalet savaşları yerini esas aktörlere bıraktı. Öcalan’a dönük yönelim bu fotoğrafın neresinde?   Eğer bir siyasal hareket ve siyasal düşüncenin kendisi toplumlara yayılmaya, toplumlarla tanışmaya ve toplumların düşünsel dünyalarının acabalarına sirayet etmeye başlamışsa orada kazanmaya başlamıştır. Kürt siyasal hareketinin özellikle 2014 sonrası açığa çıkmış Rojava direnişi üzerinden ortaya koyduğu paradigmal fikriyatın, yaşamsal çabalarının kendisi tüm dünya, sol muhalif kanadın değil, aynı zamanda çözüm arayan egemen-liberal kesimlerin kendisi açısından da dikkate alınmak durumunda. Öcalan göz ardı edilmeyecek bir aktör olarak pozisyon almış durumda. Bütün bunları birlikte düşündüğümüzde Kürt siyasal hareketi elbette paradigmal düzlemde alternatif dünya, alternatif toplum meselesinde arzu ettiği yerde değil. Ama böyle bir paradigmanın ufku içerisinde mücadele edebilme, dönüşebilme olanağını dünyaya tanıtmış oldu. Bunu çok önemli bir kazanım olarak görmek gerekiyor.   Bu kendisine yönelik tasfiye planına rağmen Öcalan önemli bir aktör haline geldi mi demek?   Kürt sorununu çözememiş olmanın ağır bedellerini yaşamış olsa bile ve bu bedelleri hala ödüyor olsa bile bu halk, aslında sahip olduğu paradigmayla, mücadele hattı ve yayılım seyriyle birlikte kurduğu temaslarla son yıllarda hiç ummadığı kadar çok geniş bir alana yayıldı.   Tabi, çok müthiş. Öcalan’dan sonra bitmesi gereken bir Kürt siyasal hareketi tahayyülü vardı, aradan 20 yıl geçti ve dünyanın her yerinde bir Kürt siyasal hareketi pozisyonu var. Hatta bu siyasal hareketi destekleyenler artık Kürtler değil. Kürtler bu mücadelenin büyümesi için çaba harcamıyor. Dünyanın değişik toplumları, halkları, azınlıkları, özgürlük, demokrasi, itibar, irade, öz güç ve özgüven arayan, eşit olmak isteyen, değişik amaçları olan pek çok arayışı olan toplumsal yapının kendisi artık sahiplenmeye başladı.    Bugün Amerika’da, Rusya’da, Afrika’da, Avrupa’nın değişik kentlerinde, pek çok yerde Kürt siyasal hareketi ile dayanışan, oranın yerli halkları kadar, o siyasal hareketin paradigmasından etkilenmiş yapılar, gruplar kurmuş, mücadele hatları oluşturmaya başlamış yapılarla karşılaşmaya, onlarla ilgili bilgiler duymaya başlıyoruz. Örneğin Rojava’daki kadın hareketinin açığa çıkarmış olduğu direnişçilik ve özgürlükçülük, kadın odaklı toplumsal yeni bir dünya tahayyülünün Afgan kadınlarını ne kadar etkilediğini hepimiz biliyoruz. Asya kadınlarını, Ortadoğu kadınlarını ne kadar etkilediği ortada. Afrika kadınlarına ilham verdiğini, feminizmin büyüyüp geliştiği o batı dünyası kadınlarına nasıl yeni bir pencere açtığını hepimiz biliyoruz. Bir örnek bu tabi. Başka başka formalarda da öyle. Örneğin ekolojist hareketleri açısından da Kürt siyasal hareketi artık özel bir pencere.    Kürt sorununu çözememiş olmanın ağır bedellerini yaşamış olsa bile ve bu bedelleri hala ödüyor olsa bile bu halk, aslında sahip olduğu paradigmayla, mücadele hattı ve yayılım seyriyle birlikte kurduğu temaslarla son yıllarda hiç ummadığı kadar çok geniş bir alana yayıldı. Boğulmak istendi, küçücük, marjinal kılınmak istendi ancak aksine hiç olmadığı kadar küreselleşti. Sadece Türkiyelileşmedi, bölgeselleşmedi, küreselleşen yanlar taşımaya başladı ki bunları büyük bir kazanım olarak görmesi gerekir Kürt siyasal hareketinin.    Türkiye’deki zihinsel kodların Kürt meselesiyle birlikte değiştiğini söylediniz. 1999 yılı öncesi ve sonrasını baz alarak Kemalist zihniyet ile AKP’nin Kürt sorununa dair yaklaşımında nasıl bir fark var?   Aslında biz geldiğimizde beyaz faşizm olarak tanımlanan Kemalist devlet kodlarının öne çıktığı, görünür olduğu bir devlet hakimdi. Fakat son 21 yıl içinde –son 18 yılı AKP iktidarı ile geçirmiş bir Türkiye açısından- kimi siyasal bilinçlerin yeşil faşizm olarak tanımladığı, yeşil hegemonya olarak tariflendiği sürecin kendisinin en belirgin renklerini taşıyor Türkiye.    Bu iki renk arasında aslında çok fazla fark yok. Yeşil ve beyaz ama özü aynı olan şeyler. Her durumda iktidarı ve hegemonyayı korumak üzerine kurgulanmış olan devlet yapısı. Ne kadar güçlü olursanız olun, toplumsal mücadele hatlarına prim vermeyen, toplumsal mücadele ve dinamikleri bastırmaya kalkan, bunun toplumu ve devleti demokratik dönüşüme uğratmasını sürekli ağır biçimde ketleyen bir siyasal algıya sahip. Ama tabi son 21 yılı salt bir doğrusal çizgi içinde tariflememek gerekir. Bizlerin gelişinden yeni paradigmal süreçle Kürt sorununda barış ile ilgili tartışmalarda Türkiye toplumunda bir yandan Kürt siyasal hareketi ve Kürtlerin taleplerini tanıyıp, anlamaya çalışan bir kesim açığa çıkmaya başladı. Egemen devlet siyasal sistemi işte DTP’den itibaren özellikle Ankara odaklı siyasetin açılma biçimi, yerel iktidarı daha doğrusu yerel iradenin Kürtler lehine özellikle bölgede açığa çıkması ve merkezde Türkiye politikasında temsil gücünün dahil olmasını düşündüğünüzde, bir yandan Kürtlere siyasal alan açıp onların kendi kimlikleriyle de, talepleriyle de siyaset yapabileceği pozisyonuyla bir dönem yaşandı.  Öte yandan hiç olmadığı kadar, 1920’leri hatırlatacak biçimde baskı politikaları, ırkçılık, dışlama, yok sayma, reddetme, meseleleriyle idari ve yönetimin yaklaşımlarıyla karşılaşıldı. Tanıma ve yok sayma, sevme ile dövme, yaşatma ile öldürme arasındaki o keskin çizgiyi 21 yılda çok fazla deneyimledik. Özellikle Kürtler olarak çok fazla deneyimledik. Bugün gelinen nokta ise, çözümsüzlük ve iktidardaki gücün, iktidarını kaybetmemek için göstermiş olduğu çabanın bir sonucu olarak ne yazık ki hiç parlak değil.    Bugün sanki hiç yaşanmamış hissi verse de bir ‘çözüm süreci’ yaşadık. Bu dönemde iktidarın esas arzusu neydi? Hangi saiklerle bu işe adım atıldı?    Siyasal iktidarın elde etmek istediği kar, Türkiye toplumunun demokratik geleceği değil, iktidarının devamlılığı ile ilgili olan heves ve hırslardı   Bu çokça tartışılıyor tabi. Her ne kadar toplum öyle bir süreç yaşanmamış gibi çok hızlı bir biçimde bir anda 1915-1920’lerin Türkiye’sine fırlamış gibi yaşamak durumunda bırakıldıysa da, Ermeni soykırımından Dersim katliamına kadarki o sürecin bir benzerini birkaç yılda yaşamış gibi olsa bile aslında 2013 yılı Türkiye yeşil kuşağı açısından, yeni iktidarı açısından da fırsatlar sunan bir yıldı. Kürtler açısından da fırsatlar sunan bir dönemdi. Askeri vesayeti gerilettiğini düşünen, Kemalizme ait devlet kodlarının değiştiğini ve bütün kodları kendisinin yapılandırdığına inanan güç, salt Türkiye’de değil, ‘neo-osmancılık’ olarak tariflenen özellikle Ortadoğu nezdinde yeni bir hegemonya arayışına girdi.   Bu gücün Ortadoğu’da kartların yeniden karalandığı bir zeminde ‘büyük ağabey’ olarak yol alabilmek ve geçmişin Osmanlısının güncellenmiş versiyonunu bir şekilde oturtabilmek için içte ayağına takılan taşlardan kurtulması gerekiyordu. Bu konuda en büyük engellerden biri Kürt sorunuydu. Bu kadar büyük bir örgütlü mücadele hattıyla karşı karşıya olan hiçbir iktidar ne içeride kurmaya çalıştığı yeni sisteminde kendini güvencede hisseder ne de bölgesel hedefleri, hevesleri açısından yol alabilir. Bunun farkında olan iktidar, hegemonya gücünü genişletmek ve sağlamlaştırmak arzusuyla Kürt sorununun çözümüne dönük bir girişimde bulundu. Fakat her nedenle olursa olsun, bu Kürt sorunuyla ilgili başlamış en önemli süreçlerden biriydi. Devletin kurumsal yapılarıyla birlikte Kürtlerin en büyük temsil gücünü oluşturanları kabul etmesi, tanıması ve bunlarla bir süreci konuşuyor olması başlı başına kıymetli. Fakat gelişen süreç, ne yazık ki Erdoğan iktidarıyla bugün somutlaşan yeşil hegemonya hem Suriye, hem Irak nezdinde kendisinin arzu ettiği biçimde genişleyemediği ve gelişemediği gibi, içerideki siyasal tahakkümünün de zayıflamasıyla karşı karşıya kaldı.   Özellikle 2015 seçimleri Türkiye egemenleri açısından iktidar açısından bir milat oldu. Kürt sorununu içerideki iktidarını sağlamlaştırmak, güçlendirmek ve destek alanını genişletmek için kullanan iktidar, 7 Haziran seçimleriyle böyle bir sonuçla karşılaşmadığını düşünmeye başladı. Biliyorsunuz AKP uzun yıllar sonra tek başına iktidar kuramayacak bir pozisyona gelmişti. Hemen ardından yeni Suriye’nin kuruluşunda, özellikle Suriye üzerinden Ortadoğu ve Akdeniz’e açılmak ile ilgili hayallerinin kendisinin, yine Kürtlerin DAİŞ’e karşı direnişiyle engellendiği kanaatine kapıldı. Hem bölgesel hem içsel tahakküm ve gelişiminin önündeki engel olarak Kürt siyasal hareketini görmeye başlayan devlet, ne yazık ki 2015’in ortalarına geldiğimizde Kürt sorununun çözümüne dair iki yıl boyunca harcanmış tüm emekleri berhava etmeye, elinin tersiyle itmeye başladı. Ve 20 Temmuz’da Suruç katliamının hemen ardından ve Ceylanpınar’da iki polisin yaşamını yitirdiği olayla beraber -ki onun da faili hala meçhul- bu süreç resmen bozulmuş oldu. Bu, son 4 yılda toplumlar ve halklar açısından korkunç bir dönemin de önünü açmış oldu. Buradaki asıl mesele iktidarlar her zaman biriyle anlaşacaksa, oradan kar elde etmeyi arzularlar. Ama belli ki siyasal iktidarın elde etmek istediği kar, Türkiye toplumunun demokratik geleceği değil, iktidarının devamlılığı ile ilgili olan heves ve hırslardı. Ve ne yazık ki gelişen süreç son 4 yıla baktığımızda hem Türkiye toplumuna kaybettirdi hem iktidarda olsa bile AKP iktidarının kendisine de kaybettirdi. İçte ve dışta Kürt karşıtlığı politikasının açığa çıkmış olması ve oradaki odağın Kürtler üzerine belirlenmiş olmasının sonuçları, hem iktidar açısından bambaşka bir pozisyonu açığa çıkardı hem Türkiye toplumu ve Ortadoğu toplumu açısından acıların uzun yıllara yayılmasına ve yeni çatışma dinamiklerinin açığa çıkmasına yol açtı. Örnek ise, Suriye’deki pozisyon...   Çözüm sürecinin sonlandırılması gerekçesi olarak 7 Haziran seçimlerini gösterdiniz. Fakat iktidar cephesinde öne sürülen gerekçelerden biri Kobanê protestolarıydı…   İktidarın iki amacı vardı. Biri, içeride gelişmek ve büyümek, iktidarlarının uzun ömürlü olmasının tahkimlerini yapabilmek. İkincisi; Ortadoğu üzerinden Doğu Akdeniz’e kadar uzanacak hatta yeni bir hegemonik alan kurmak.  Bu yüzden Kürt sorununu çözmek ve Kürtlerle kurulacak iletişim hayati önemdeydi ama Kürt sorununu çözmek ve Kürtlerle kurulacak iletişimin kendisini, Türkiye siyasal iktidarı daha çok kendine eklemlenmiş bir güç olarak tahayyül etti. Demokratik ve özgürlükçü, çözüm odaklı bir fikriyat üzerinden yol almadı. Bir tür önündeki çalıları temizleme muamelesi yaptı ama çok öyle yürümedi. Tam da dediğiniz gibi Kobanê direnişinin kendisi, Suriye üzerinden Ortadoğu heveslerinin sandıkları kadar kolay olmadığını gösterdi. Özellikle Kürtlerin DAİŞ üzerinden göstermiş olduğu direnişin Türkiye’nin müttefiklerini etkilemeye başlaması ve stratejik müttefik olarak tarif ettiği Amerikan ve Batı ittifakıyla Kürtlerin kurmuş olduğu yeni bağın kendisi, Türkiye açısından tehlike olarak okundu. Tabi ki Kobanê bu anlamda çok önemli bir kırılma noktası.    İkinci kırılma noktası da AKP iktidarının iç siyasette aslında sandığı kadar yol alamayacağını gösteren 7 Haziran seçimleri. Türkiye’de Kürtler ve iktidar dışı kalmış sol ve demokrat diğer çevrelerin birliğinin sanıldığından daha büyük bir güç yarattığı görüldü.    Devletin Kürtleri tanıma düzeyi o süreçte Dolmabahçe gibi sembolik yerlere kadar taşınsa da, sonrasında A. Öcalan’a dönük tecrit politikası yeniden devreye konuldu. Yenilenen İstanbul seçimleri süreci dışında, ailesi ve avukatlarıyla görüştürülmeyen Öcalan’a dönük tecridin temel amacı ne?   Öcalan’la beraber tecrit edilen şey, bana kalırsa Türkiye ve Ortadoğu’ya dair demokratikleşme umutlarıydı, alternatif bir dünya arayışına dair beklentilerdi.   Sayın Öcalan’a dönük tecridi herhangi bir siyasal hareketin liderine uygulanmış bir tecrit, salt siyasal hareketi ile bağı kesmeye dönük bir tecrit olarak tariflememek gerektiğini düşünüyorum. Çünkü bölgesel, yerel ve küresel etkileri sağlayan şey, sonuçta o ada içerisinde Sayın Öcalan’ın açığa çıkarmış olduğu paradigma ve mücadele hattına dair fikriyatıdır. Öcalan’la beraber tecrit edilen şey, bana kalırsa Türkiye ve Ortadoğu’ya dair demokratikleşme umutlarıydı, alternatif bir dünya arayışına dair beklentilerdi.   Gerilim ve çatışma politikasının iktidarlara dönük kendine has kazanımları var. İktidarların iktidarını sürdürmesi, yayılmalarını sürdürmesi, pozisyonları idare etmesi, toplumsal yapıları konsolide etmesi açısından oldukça kullanışlı ve elverişli olanaklar çıkarıyor bu çözümsüzlük hali. Dolayısıyla aslına bakarsanız, çözüme hazır olmamış ve çözümsüzlükten beslenmiş yapıların, çözümden bahseden ve bu konuda Ortadoğu’da çatışmanın yoğunlaştığı bölgesel hatta etkisi olan bir insanı tecrit etmesinin tek anlamı, aslında çözüm ve barışın kendisinin tecrit edilmesidir.    Toplumun bu tecride alıştırılması durumu söz konusu mu bugün?   Toplum tecride hem alıştı hem alışmadı. İkisi de var. İktidar bu konuda olağanüstü bir çaba harcıyor doğru, ama insanlar gündelik hayatlarında hissettikleri güvensizlik, sınırlılık, yarına ve geleceğe dönük güvensizliklerle ilgili olarak aslında hep bir tecridin varlığını hissediyor. Farkında olmasa da hayatlarının çok güçlü tecritlendirilmiş, sınırlandırılmış alanlara döndüğünün farkında toplum. İnsanların hayatlarında sınırlandırılmış, dönüp dönüp gidemediklerini hissettikleri şey, tam da o tecridin ağırlığı ile ilgili.    Ancak tecridin Türkiye’nin ekonomik, siyasal ve toplumsal krizlerinin ve çürümelerinin büyüdüğünü, içte ve dışarda sıkıştıklarının, koca bir gerilim ve çatışma ortamında kendilerini buldukları dönemlere denk geldiğini insanlara hatırlatmak gerekiyor. Aksi halde tecrit şudur, budur dediğimizde insanlar kaba bir propaganda gibi algılıyorlar. Son 21 yıla bakıp, Türkiye ne zaman iyiydi, ne zaman kötüydü, insanlar ne zaman umutluydu, ne zaman umutsuzlaştılar, toplumlar ne zaman birbirlerini daha çok seviyorlardı, ne zaman birbirlerinden nefret eder hale geldiler diye bakmak lazım. Bugün geldiğimiz noktada insanlar, toplumlar birbirinden nefret etmiyor sadece, artık insanlar kendisine dönük umutsuzlaşmış durumda. Bütün bu hallerin gelişim seyrinin odağındaki en belirgin özelliklerden birinin İmralı’daki tecrit meselesiyle açığa çıkmış politikalar olduğunu görebilmeleri gerekiyor.    Öcalan’a dönük uluslararası komplo ve tecrit ile geçen 21 yılı, yeni bir kuşak olarak Kürt gençleri bugün ne derece anlamlandırabiliyor?   Kürt siyasal hareketinin de çok göz ardı etmemesi gereken bir şeyden bahsediyorsun. Kürt siyasal hareketi çeperi içinde doğmuş, büyümüş bir kuşağın kendisi aslında barış, demokratikleşme, ekolojik ve cinsiyet özgürlükçü bir dünya paradigması idealiyle tecrit edilmiş siyasal bir liderlik ve Ortadoğu’ya giderek yayılmış politik mücadele hattıyla yüz yüze.    Kürt gençleri son 21 yıl içerisinde hiç tanıyamadıkları, fikriyatlarını yazılarından, basından doğru takip edebildikleri bir siyasal liderlik, aynı zamanda çok fazla genişlemiş bir savaş hattı içerisinde mücadele hattı geliştirmeye çalışan bir Kürt siyasal hareketiyle karşı karşıyalar. Buradan kastım sadece silahlı savaş biçimi değil, altını çizmek gerekiyor. Suriye’de açığa çıkmış olan biçim de değil. Yasal politik sahalar açısından da, yasal sivil toplum sahaları açısından da çoğalmış, renklileşmiş, farklılaşmış ama bazen içerik konusunda kendisini tamamlayamamış, dünyanın bu kaotik ve krizsel haline çok denk gelen bir gençlik kuşağından bahsediyoruz. Onların hakikatlerinin tecrit, Öcalan, Kürt siyasal hareketinin kulvarına bakış açılarının belki bizlerden farklı kılma olasılıklarını düşünmek ve oradan doğru yeniden bazı şeyleri tartışmak, anlatmak gerekebilir.   2010’da dönemin AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, Kürt sorunu için ‘Ya biz bu meseleyi çözeriz ya da bu mesele bizi çözer’ demişti. Çelik bugün siyasetin dışında olsa da, AKP iktidarı bu söylemin hangi noktasında?   Aslında Kürt sorununun bu gücü başından beri var. On yıllardır Kürt sorununu çözmemiş, güvenlikçi politikaları benimsemiş hiçbir iktidar ve devlet yapısı kendisini olduğu gibi koruyamadı. Mutlaka el değiştirdi, dönüştü, tıkandı, krizlerle yansımasını buldu ve yol alamadı. AKP iktidarı da Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün sonuçlarını yaşıyor şu anda.    2013-2015 çözüm sürecinde kaybetmedi, sonrasındaki politikalarıyla kaybetti AKP iktidarı. Zira bugün AKP bugün 18 yıl önce iktidara gelmiş parti değil. Bugünkü devlet de 18 yıl önce AKP iktidarına devredilmiş devlet değil. Geçen bu 18 yılda devlet de, AKP de birkaç kere renk değiştirdi.  Kürt sorununun çözümsüzlüğü eskinden siyasi parti ve iktidarları çözüyordu, ama bugün devlet mekanizması ve Türkiye rejimi sistemsel boyutta çözülmeye başladı. Çok daha büyük bir şey bu. Genetik kodlar çözülmeye başladı Türkiye açısından. Bu çözülmüş kodlarla da birçok güç oynayabiliyor, etkiliyebiliyor ve yönlendirebiliyor.    Peki, bu koşullarda barışa ne kadar yakınız?     Pragmatizm; iktidar olmak isteyen, iktidarda kalmak isteyen herkesi bir şekilde Kürtlerle, Kürt sorunuyla, Kürt hareketiyle tanıştırıp, hemhal etmek durumunda.   Bazen en uzak olduğun yerde gelir barış, öyle olmasını umuyorum. Bu kadar çözülmüş siyasal ve idari pozisyonun kendisi, elbette çözüme çok hızlı gelmeyecektir. İktidarı ve otoriteyi, istikrarı korumak adı altında mevcut siyasal aklın ve liderliğin olduğu yerde, Kürt sorununu çözümü hiç olmadığı kadar güç. Az önce söyledim, bu 21 yılda Kürt sorunu ve Kürt siyasal hareketi hiç olmadığı kadar karşıtları ile birlikte yaşadı. Bu iktidar döneminin son 10 yılı içerisinde yüz yıllık tarihinde Kürt sorunu hiç olmadığı kadar çözüme yaklaştı, yine hiç olmadığı kadar uzağa atıldı. En yakın zamanı yaşadık, şimdi en uzak olan zamanda yaşıyoruz. Çünkü bu süreci idare edenler, bu süreci yönetmeye kalkanlar, kontrol etmeye kalkanlar, artık kendilerinin sahip olduğu küçücük alanları dahi kontrol edemez hale geldiler. Fakat başlangıç noktasının Kürt sorunu olduğunu görmek durumundalar ya da görecekler. Bazen en kötü yerden gelir en önemli çözümler. Ben umuyorum ve diliyorum ki tam en uzağa atıldığı zamanda barış umudunun yeniden açığa çıkması mümkün. Mevcut siyasal iktidarın aklıyla bu mümkün mü? Reel olmak gerekirse hayır. Ama salt bu siyasal iktidardan müteşekkil değil sonuçta sistem dediğimiz hakikat. Kürt sorunu da sonuçta kişilerden müteşekkil değil. Ama pragmatizm çok güçlü bir motivasyon. Pragmatizm; iktidar olmak isteyen, iktidarda kalmak isteyen herkesi bir şekilde Kürtlerle, Kürt sorunuyla, Kürt hareketiyle tanıştırıp, hemhal etmek durumunda. CHP’nin son yıllarda içinde olduğu pozisyonu da belki buradan değerlendirmekte fayda olacak.    Tüm gelgitleri ile yaşadığımız bu son birkaç yıl topluma ne öğretti?   Hangi topluma demek gerekiyor. Çünkü Türkiye toplumu ile Kürt toplumu ne yazık ki Kürt sorununda örgütlü mücadele hattının açığa çıkmasıyla beraber çok ciddi ayrışımlar ve farklı algılar yaşamaya başladılar. Ama yaşananların bu her iki toplumdan çok şey götürdüğünü ve yine çok şey öğrettiğini düşünüyorum. Özellikle son 10-15 yıl içerisinde Türkiye toplumu hiç olmadığı kadar kendini geleceksiz ve güvencesiz hissetti. Oysa devletli olan toplumlar böyle hissetmemeli. Kürtlerin hissetmesi çok normal, devleti ve güvencesi olmayan bir toplum. Ama artık Türk toplumu da böyle hissediyor. Kürtler hiç olmadığı kadar Türklerle belki de bu nedenle farklı bir bağlamda, eşitlenmiş gibi görünüyor.    Öte yandan Kürtler bunca yılın sonunda hala birlik olmanın tek çıkış yolu olduğuna dair çok önemli bir deneyim süreci yaşadılar. Çünkü devletsiz ve güvencesiz bütün toplumların tek güvencesi, kuracağı örgütlenme ve birlik meseledir. Kendisini güçlü ve yaygın kılma, el ele, kol kola, büyük sağlam zincirler kurma meselesidir. Kürtler belki de hiç olmadığı kadar çok -sadece Türkiye açısından değil, Irak, Suriye ve İran’daki parçalar açısından da - çözüm haline yüzyıl sonra ilk kez bu kadar çok yaklaştılar. Bu fırsatı kaçırmamak için birlikte olmanın yollarını arıyorlar. Umutsuzluğun, onca yıllık mücadelenin ve bedellerin açığa çıkarmış olduğu kısmi sakinliklerle Kürtler, belki yer yer umutsuzluklara sahip olanlarda var ama hiç olmadığı kadar çok yakın çözüme ve bunun bir çıkışı da birlik. Kürtler kendi aralarında birlik, aynı zamanda dahil oldukları başka toplumlar ve halklarla da güç birlikleri oluşturmaya çalışıyorlar. Bunun öneminden eskiden de bahsedilirdi ama hiç bu kadar pratik ve geniş sahada politik deneyime kavuşulmamıştı. Bu politik deneyim gücünü de edinmiş durumdalar.    Eklemek istediğiniz başka bir şey yoksa sorularımız bu kadar.    Tekrar altını çizmek isterim Türkiye, Kürt sorunundaki çözümsüzlük ve İmralı tecridiyle esas olarak, kendisini çözümsüz bıraktı ve kendi toplumunu tecride aldı. Bugün Türkiye şöyle bir iç politika, dış politika, ittifaklar, hatlar, eksen meselelerine baktığınızda, bir zamanlar Ahmet Davuoğlu ‘değerli yalnızlık’ ifadesini kullanmıştı ama gittikçe değersizleşen bir yalnızlık pozisyonuyla beraber kendi içinde çürümeye başladı. Bu tecrit ve çözümsüzlük halinin hiç kimseye bir faydası yok. Kürtler dayanmayı ve direnmeyi biliyorlar. Bir şekilde haklı olmanın getirdiği güçle seslerini duyurabilecek yeni yeni alanlara yayılabiliyor. Bir yeri koptuğunda diğer bir yeri harekete geçirebiliyor. Kürtler bunu yapabiliyor ama Türkiye toplumu kendisini yeniden var etme, güçlendirme konusunda çok daha güçsüz olduğunu bu son yıllarda sergiledi. Tecrit, Türkiye toplumun kendi geleceğine uyguladığı tecrittir. Çözümsüzlük, Türkiye siyasetinin kendi toplumuna dayattığı çözümsüzlüktür. Buradan çıkmasını dilerim.     MA / Ömer Çelik - Özgür Paksoy