HDP Eş Genel Başkanı Temelli: Türkiye barış politikasıyla ayakta durabilir 2019-07-18 10:09:57 ANKARA- Meclis’te gazetecilerle bir araya gelen HDP Eş Genel Başkanı Sezai Temelli, AKP’nin güç kaybettiğini ve önümüzdeki 4 yılın birçok değişime gebe olduğunu belirterek, “Türkiye bölgede ve kendi içerisinde güçlü bir ülke olmak istiyorsa barışı tercih etmelidir. Demokratik çözümle, demokratik müzakeresiyle, Kürtlerle barışarak, bölge halklarının haklarını savunarak, tüm bölgeye barış ihraç ederek, kendi içinde de toplumsal barışı var ederek ayakta durabilir” dedi.    Halkların Demokratik Partisi (HDP) Eş Genel Başkanı Sezai Temelli, aralarında muhabirimizin de bulunduğu bir grup gazeteciyle Meclis’te bir araya geldi. Temelli, S-400 krizi, PKK Lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit, yargı reformu ve sistem tartışmaları başta olmak üzere birçok konuda değerlendirmelerde bulundu. Temelli, gazetecilerin sorduğu sorulara şu yanıtları verdi:    Sona ermekte olan yasama yılını nasıl değerlendiriyorsunuz?   Şunu söylemek gerekiyor ki; Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi, Türkiye’de her şeyden önce yasama üzerinde bir vesayet oluşturuyor. Meclis bu anlamıyla etkin, verimli çalışamadı, çalışamaz da. Böyle bir sistemle kuvvetler ayrılığının, böyle bir sistemle yasama faaliyetlerinin etkin yürütülmesini beklemek zaten hayal. Sistem bu anlamıyla uyumsuz. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi dediğiniz şey, bir sistem değil her şeyden önce. Bir sistemsizlik, bir sistem kuramama halini bize gösteriyor. Bu bir yılı böyle değerlendirdiğimizde Meclis çalışmalarından beklediğimiz sonuçları alamadık. Türkiye toplumunun beklediği hiçbir derde derman olamadan bir yılı geride bıraktık. Bunun en temel sebebi de Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemidir.   Yargı paketi gündeme getirildi ancak paket çıkarılmadan Meclis tatil edilecek…   Yargı Reformu Strateji Belgesi denen bir şey ortaya kondu. Cumhurbaşkanı bunu sundu. ‘Adalet ve Kalkınma Partisi’nin uzun süre üzerinde çalıştığı bir şey’ dendi. Fakat bu konuda Meclis’in işlevsiz kaldığını gördük. Oysa yargı reformu dediğimiz meselede Meclis adım atmalıydı. Meclis’teki bütün partiler bir araya gelmeliydi. Ve mesela Türkiye’nin en önemli sorunu Yargıysa eğer bu konuda inisiyatif Meclis’te olmalıydı. Fakat Meclis bu konuda adım atamıyor. Kutuplaşmış bir siyaset Meclis’in içine de sirayet etmiş durumda. Bir tarafta Cumhur Bloğu bir tarafta Millet İttifakı dolayısıyla biz yargı reformu olsun, anayasa olsun diğer konularda olsun, Meclis kürsüsüne taşıdığımız şeyler duymazlıktan, görmezden geliniyor. Meclis kendi iradesiyle inisiyatif alacak şekilde bir adım atmıyor. 5 tane siyasi parti var tamam ama genel olarak orada halkın, Türkiye toplumunun temsiliyeti söz konusu olmalı. Türkiye toplumunun, Türkiye’deki bütün kesimler aslında yine bu konu özelinde bakarsak yargı reformunu bekliyor. Diğer gelip geçen yasalara baktığımızda Türkiye’nin hiçbir kronik sorununa çözüm getirmiyor, hiçbir yapısal meselesine çözüm üretmiyor. Hatta bu gün itibariyle Meclis’te tartışılan kanuna baktığımızda hükümetin iktidarın gününü kurtarmaya yönelik yasalar geliyor. Bu yasalar bu gün hükümetin gününü kurtarabilir ama Türkiye’nin geleceğini ciddi anlamda riske atacak yasalar.   Sistem tartışmaları devam ediyor. İktidar cephesinden sistemle ilgili revizyon yapılacağı yönünde açıklamalar yapıldı. Siz bir revizyon beklentisi içinde misiniz?    Revizyon, rehabilite sözcüğü kullanıldı, ‘MR çekilecek’ dendi, diğer partilerle görüşeceğiz dendi bunların hepsi bize şunu gösteriyor. Demek ki sistem çalışmıyor. Birinci yılında kendi içlerinden bile bunun dillendirilmesi, iktidar tarafından da AKP tarafından da dillendirilmesi aslında bize bir şeyi işaret ediyor. Bir sorun var. Fakat biz bu sorunu bu sistemsizlik haliyle aşılabileceğine inanmıyoruz. Aşılabilmesi için sadece Meclis değil, Meclis’in dışında da Türkiye şuna ikna olmalı: Biz bir anayasa yapmalıyız. Bizim bir anayasaya ihtiyacımız var. Anayasa dediğiniz şey bir toplum sözleşmesidir. Bir toplumsal mutabakat arayışıdır, demokratik bir müzakere zeminidir. Türkiye’nin bütün sorunlarının aslında çözümü için atılacak ilk adım bir anayasa zemininde buluşmaktır. Bu başarılmalıdır. Yoksa mevcut yapının MR’ını çekerek, mevcut yapı üzerine tıbbi alandan çözümler arayarak bir şey üretmeniz mümkün değil. İktidar cephesinden gelen revizyon konusundaki tartışmaları samimi görmüyorum. Dolayısıyla bu anlamda muhalefete çok daha fazla sorumluluk düşüyor.    Revizyon tartışmalarını samimi bulmadığınızı ifade ettiniz. Samimiyet testi olarak değerlendirirsek, olmazsa olmazınız nedir?   Bir kere her şeyden önce eğer böyle bir adım atacaklarsa tavsiyem ya da olmazsa olmaz olarak nitelendireceğiniz bir konu şu olmalıdır: Her şeyden önce Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminin, hükümetin, Meclis üzerindeki vesayetini kaldıracak adım bir an önce atılmalıdır. Yani Meclis kuvvetler ayrılığı çerçevesinde yasama fonksiyonuna kavuşmalıdır. Kanun Hükmünde Kararname dediğimiz aslında şimdi Cumhurbaşkanlığı Kararnamesi olarak nitelendirilen meseleden Türkiye kurtulmalıdır, bu birincisi. Partili Cumhurbaşkanı dediğimiz meselede ikinci önemli başlıktır. Bu konularda atılacak adımlar belki sonrası açısından şöyle umut var bir tablo ortaya koyabilir. Türkiye’nin anayasasını yapabilmesi açısından Meclis kendi iradesini ön plana taşıyabilir. Meclis içi bir müzakere zemini yaratılabilir. Yani bu vesayeti iktidarın, hükümetin sürekli olarak Meclisi işlevsizleştirip, Meclis’teki AKP ya da Cumhur bloğu üzerinden kurguladığı bu vesayetçi anlayış kalkarsa, Meclis çalışabilir, yasama faaliyetini yapabilir, kuvvetler ayrılığı dediğimiz meseledeki önemli bir eksiklik giderilebilir. Diğer taraftan partili cumhurbaşkanı meselesi ki bunu en bariz bu sıkıntıyı kampanya döneminde gördük. Yani parti başkanı mısın, Cumhurbaşkanı mısın? Bunlar bir birinden ayırt edilebilecek meselelerken ‘benim iki şapkam var’ deyip, şapkaları üst üste taktığınızda Türkiye belki de en ciddi trajikomik sahnelerinden birini yaşadı. Hem 31 Mart hem 23 Haziran seçim kampanyasında bunu çok net bir şekilde gördük. Bazı şeylerde öyle çok şapkalılık mümkün değil çünkü.   Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın eline geçen bu gücü bırakacağını düşünüyor musunuz?   Türkiye’nin belki de en temel sorunlarından biri bu. Yani gücü eline geçiren denetimsiz bir ortamda ve gücü devretme arzusundan yoksun kalarak, o güce sımsıkı sarılıyor ve Türkiye her seferinde bizim tabirimizle o darbe mekaniğinin gizil etkisiyle diktatöryal bir yere doğru savruluyor. Yani bu rejim otoriter bir rejimdir ve giderek daha da otoriterleşme eğilimini içinde taşıyor. Türkiye bu gidişattan bir an önce dönmelidir. Gücü eline geçirenin, güç üzerinden siyaseti düzenlediği bir mekanizmaya son vermenin yolu, demokratik zeminde herkesin bu haklara sahip çıkarak, demokrasiyi savunarak bir demokrasi ittifakında buluşmasından geçer.    İktidarın gücü bir yönetme meselesi ile sınırlı kalmayıp bütün siyaseti düzenleyen bir hale geliyorsa zaten orada siyaset gerçek anlamıyla tüketilmiş oluyor. O yüzden böyle bir güç kabul edilemez, böyle bir güce karşı demokratik hayatın, demokrasi zeminin muhakkak kendisini örgütlemesi, yapılandırması ve bu değerlere sahip çıkması gerekiyor. 31 Mart'tan hemen sonra dile getirdiğimiz Demokrasi İttifakı tamamen bu çerçevede dile getirilmiş bir çağrıdır.    31 Mart’ta strateji olarak 'AKP-MHP’yi gerileteceğiz' dediniz, seçim sonuçlarına bakarak gerilettiğinizi düşünüyor musunuz. İktidarda bir çözülme var mı?     Evet, gerilettik. Şu çok net; seçim meydanlarında da söyledik. Bu 4 yıl böyle geldi ama önümüzdeki 4 yıl böyle gitmeyecek. Ve hemen iktidar telaşla hep şunu söyledi: 4 yıl daha iktidardayız, seçimler 2023’te olacak. Seçimler 2023’temi olur, 2022’demi olur bugünden bunu kestiremeyiz. Ama şu artık çok net: Geride bıraktığımız 4 yıl gibi önümüzdeki 4 yıl aynı hatta yürümeyecek, değişecek. Zaten iktidardan gelen refleksler de bunu gösteriyor. Bu tepkilerin kimi zaman sisteme sahip çıkarak, kimi zaman sisteme dair revizyondan bahsederek, kimi zaman saldırgan bir üslupla, kimi zaman uzlaşmacı bir üslupla karşımıza çıktığını görüyoruz. Ama demek ki gerilemiştir, demek ki kendi içine bakar bir hale gelmiştir. Dolayısıyla Türkiye önümüzdeki 4 yıl boyunca birçok değişime hazırdır. Bunun ne yönde olacağı bugün için önemli. Türkiye şimdi artık Cumhurbaşkanlığı Hükümet sistemini mi revize edecek, başka bir anayasa üzerinde tartışmaya mı başlayacak, yargı reformuyla bir yol temizliği yapacak mı, tecrit edilmiş bir akıldan kendisini kurtaracak mı, işte bunların hepsi tartışılıyor. Bu tartışmanın başlaması önemli. Biz 31 Mart'ta bu sisteme müdahale ederek aslında kral çıplak dedik. Şimdi herkes öyle ya da böyle siyasetin hangi yelpazesinde yer alırsa alsın, bu sistem üzerinden konuşmaya başladı.    Yeni parti girişimleri hakkında ne düşünüyorsunuz. Bu oluşumlar da ‘bu böyle gitmeyecek’in bir sonucu mu?   Tam da bu konuya dair bir mesele. Şöyle düşünün 31 Mart'ta biz bu etkiyi yaratmasaydık ve AKP-MHP bloğu büyük şehirlerin hepsini alsaydı ki biz olmasaydık alıyordu. Mesela biz şöyle bir seçim stratejisiyle ortaya çıksaydık; bütün büyük şehirlerde adaylar çıkarsaydık, sonuçlar tüm büyük şehirlerde böyle olmasaydı, bugün bu tartışmalar olur muydu? Olmazdı. Yeni parti dahil hiçbir konu olamazdı. Eninde sonunda bizim müdahalemizle siyaset yeniden şekilleniyor, şekillenmek zorundadır. Bu partilerin kurulması ne derece mümkün olacak ya da nasıl olacağına dair bugünden bir şey kestiremiyoruz. Ama tartışıldı. Sadece AKP içinden değil. Diğer partilerinde büyük olasılıkla içinde tartışmalar başlamıştır. Çünkü Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemine göre kendini konumlandırmış, muhalefetini ya da iktidarını ona göre biçimlendirmiş bütün yapılar şimdi yeni duruma göre kendisini gözden geçirecektir. Yeni siyasi parti arayışları da aslında Türkiye’deki demokrasiye dair bir meseledir. Yani Türkiye’nin demokrasi zemininden uzaklaştığı bir yerde aslında tam da kendi iç dünyalarında, AKP’nin iç dünyasındaki tartışmalar sonucu ortaya çıkmış bir durumdur.     Bir değişimden bahsettiniz, önümüzdeki dört sene bir önceki dört sene gibi olmayacak dediniz. Bu değişimde sizin beklentiniz hangi yönde. Yani iktidar daha kapsayıcı, kucaklayıcı daha yumuşak bir söyleme mi yoksa tam tersi muhalefete baskıcı, sert bir söyleme mi doğru gidecek?   23 Haziran’dan sonra bugün iktidara bakıyoruz yine o alışıla gelmiş üslubuyla, yöntemiyle, söylemiyle devam ediyor. Hatta Cumhur bloğu açısından baktığımızda bunu görüyoruz. Nedir bu? İşte savaş politikalarında ısrar. Hem Suriye konusunda hem Pençe Harekatı çerçevesinde gördüğümüz anlayışta bu devam ediyor. Türkiye içinde yine o baskıcı dilin hakim olduğunu görüyoruz. Yine sürekli olarak toplumu bütün kesimleri terörize eden bir yaklaşımın devam ettiğini görüyoruz. Bu sadece siyasi alanda değil iktisadi alanda da, gelen yasalarda ya da bütün adımlarda aynı yöntemde ısrarcı görüyoruz. Tabii bu bütün önümüzdeki dönemin böyle gideceğine dair bir işaret olmayabilir. Bu bir değişim geçirebilir. Bunun yolu da tabii muhalefetin siyasette yaratacağı etkiye bağlı olacaktır. Ama iktidar ilk elden yaklaşımı özellikle bu siyasette ısrar, bu siyasette ısrar ederken de toplumu ikna etme konusunda tırnak içerisinde işte bu revizyon dediği, rehabilitasyon dediği bir meseleyi önüne almaktır. Yani Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nde belli kısmı adımlar atarak aslında 31 Mart’ta giderken tutturmuş olduğu politik hattı korumaya çalışıyor. Bizim çağrımız ise hem Demokrasi İttifakı anlamında hem demokratik müzakere anlamında herkesin kendisini demokrasi zemininde yeniden değerlendirmesi konusundadır.    Türkiye’de anayasa tartışmasını başlatmamızın nedeni de budur. Bugün anayasa tartışmasını bütün partiler yapıyor, bu önemlidir. Bunu ilk gün dile getirdiğimizde aslında bir refleks görmemiştik ama bugün bir bakıyoruz görüyoruz ki bütün partiler, parlamentoda olan partiler de parlamento dışı partiler de anayasayı konuşuyor. Bunu tartışalım, bunu konuşalım, bunu konuşmak iktidar için de önemli. Neden, çünkü demokratik bir anayasa üzerinde konuşmaya başladığınız andan itibaren aslında tam da demokrasiden bizi neler uzaklaştırıyor, demokratik bir sistemi neden var edemiyoruz, demokratik bir yaşamın en temel göstereni olan kuvvetler ayrılığı, yargı bağımsızlığı, insan hakları, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü konularından neden uzağız meseleleri aslında kendiğinden de ortaya çıkmaya başlayacak. Bu iktidar açısından da bu bütün demokratik kurumlar açısından da önemli bir başlangıç olabilir. Dolayısıyla şimdi kısa vadede kısa evrimli olarak gördüğümüz bu statükocu yaklaşım bu anlamıyla bu tartışma sürecinde yeni süreçte kendisini gözden geçirecektir. Bu önemlidir.     Demokrasi İttifakı’nın geleceğini nasıl görüyorsunuz?    Bu demokrasi ittifakı çalışmalarımız bizim aslında geçen yıl Ağustos ayında başladı. Biliyorsunuz Türkiye’de siyaset genellikle mevcut parlamentodaki siyasi partilerin bir araya gelip yaptığı pazarlıkla olur ve buna da ittifak denir. Biz bu kutuplaşmış siyaseti kabul etmeyeceğimizi söyledik, zaten kuruluş dönemimizden itibaren aslında en temel iddiamız üçüncü yoldur. Yani Türkiye’nin bu kutuplaşmış, kamplaşmış, kendini tekrar eden ve bir gerilim hattını topluma dayatan siyasetine karşı halkların ittifakını önemsedik, Halkların Demokratik Kongresi ile dile getirdiğimiz aslında siyaset de buydu. Parti olarak da bu önemsediğimiz bir şey.  Ağustos’ta başlayan görüşmeler sürüyor. O anlamıyla zeminde demokrasi ittifakı konusunda önemli bir kararlılık var. Önümüzdeki dönemde bunu daha da geniş bir çembere yaymayı düşünüyoruz. Yerellerde özellikle halk buluşmalarıyla, konferanslarla ve Ekim ayına kadar yoğun bir program önümüze koyduk. Çünkü demokrasi ittifakında buluşma bir yandan bu yeni anayasanın önünü açacaktır, diğer taraftan bu yol temizliği dediğimiz meselede toplumun yan yana gelerek sesini gücünü örgütlenmesine katkı sağlayacaktır.   Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Düşmanlarımızı azaltacağız, dostlarımızı fazlalaştıracağız” dedi. S -400 meselesi üzerinde ABD ile yaşanan bir kriz, AB yaptırımları, Suriye sınırına yönelik yapılan sevkiyat ve devam eden operasyonlar… Siz bu yaşanan gelişmelerle birlikte bunun mümkün olabileceğini düşünüyor musunuz?   Mümkün olamayacak tabii. Cumhurbaşkanı kendisini mahalledeki komşular içerisinde sanıyor. Yani mahallede iyi komşu, kötü komşu gibi. Nasıl Türkiye’nin iç siyasetinde bir siyasetsizliği yaşıyoruz ve siyasetsizlik her gün arttıkça Türkiye’de baskı ve şiddet artıyor, dış politika konusuna da geldiğinizde Türkiye’nin bir dış politikası yok. Dış politika olmadığı için savaş politikalarıyla dış politika sürdürülmeye çalışılıyor. Savaş politikalarının aracı da tabi silahlanma. Rusya’dan S-400, ABD’den F-35 alacağız ve sürekli savaş politikaları dile getirerek aslında bir yönetememe halini bir stand by durumunda muhafaza edeceğiz. Türkiye’nin içinde yaşadığı durum bu. Aslında yönetemiyor. Aslında Türkiye’nin hayrına olacak politikaları var edemiyor, barış konusunda adım atamıyor hem iç barış, toplumsal barış hem bölge barışı konusunda tam tersi yönde gittiği içinde sürekli olarak bir stres ortamında ayakta durmaya çalışıyor.    Şunu hemen söyleyebiliriz, Türkiye’nin S-400’e ihtiyacı yok, ısrarla söylüyoruz, ısrarla bize Türkiye’nin ciddi güvenlik problemi olduğu söyleniyor. Türkiye’nin ciddi bir güvenlik problemi varsa eğer bunu Meclis’e getirsinler tartışalım, nereden kaynaklanıyor, bu güvenlik problemi nedir, Türkiye bir saldırı altında mı? S-400’lere neden ihtiyaç duyarsınız? Yani S-400’lere ihtiyaç duyacağımız bir aşamaya sürüklendiysek nasıl sürüklendik, tehdit nereden geliyor, bu tehdidin kaynağı nedir bilmiyoruz. Ama afaki olarak deniyor ki, tehdit var S-400 ihtiyacımız var. Fakat S-400’lerin gelmesi, yerleştirilmesi, üzerinde konuşulan şeylere baktığınız da aslında güvenlikten daha çok biraz önce bahsettiğim dış politikasızlığı ikame eden bir savaş halinin hakim olduğunu görüyoruz. Aynı şeyi Doğu Akdeniz’de görüyorsunuz. Yani bizim AB ile Yunanistan ile birlikte Kıbrıs’ta orta çözümler üretebileceğimiz barış politikaları vadedebileceğimiz yerde neredeyse Kardak günlerine geri dönme arifesindeyiz. Böyle bir zihniyetten kurtulmamız lazım. Ortada barış yoksa savaş varsa ortada bir siyasetsizlik vardı. Türkiye içerde ve dışarıda bu siyasetsizliğini ancak mermiyle, topla, tüfekle S-400’le kapatmaya çalışıyor.    Bugün işte baktığınızda ABD mi Rusya mı sanki böyle bir ikili kutup içende bir tercih hattına sıkışmışız gibi bir algı var. Türkiye, Rusya-ABD arasına sıkışmaktan daha çok bölgede gerçek anlamda bir güç olmak istiyorsa -ki ben buna inanıyorum- Türkiye büyük bir ülke, güçlü bir ülke ama Türkiye’nin talihsizliği şu ki basiretsiz yöneticilerle basiretsiz siyasetçilerle zamanını yok eden siyaseti yok eden bir yerde. Türkiye bölgede ve kendi içerisinde güçlü bir ülke olmak istiyorsa barışı tercih etmelidir, tartışmasız barış politikalarını var etmelidir. Demokratik çözümü ile demokratik müzakeresiyle, Kürtlerle barışarak, bölge halklarının haklarını savunarak, tüm bölgeye barış ihraç ederek, kendi içinde de toplumsal barışı var ederek ayakta durabilir.    S-400 ihtiyaç değil dediniz ama ABD-Rusya çelişkisinden yararlanıp bir politik rol mü üstlenmeye çalışıyor, Türkiye?   Evet, çünkü bölgeye baktığınızda, özellikle Suriye olsun, burada hem batı blokunun oradaki Suriye’ye yaklaşımı hem de Rusya’nın Suriye’ye yaklaşımı henüz bir hamlesizlik halini gösteriyor. Yani şu an için herkes pozisyonunu koruyor yeni bir siyasi hamle yapamaz haldeler. Böyle bir durumda Türkiye bu ikili yapı içinde kendisini tutundurmaya çalışıyor. Bu tutunma çabalarından biri Türkiye’den S-400 almak, diğeri ABD’den F-35 almak. Bu bir tutunma hali. Fakat bu tutunma hali bölge ülkeleri ve Türkiye açısından çok yüksek maliyetlere neden oluyor.     PKK Lideri Abdullah Öcalan mektubu seçim sonrasında da parti de tartışıldı mı? Parti içinde bir kırılma yarattı mı? Öcalan'ın avukatlarıyla yeni bir görüşme olmadı…    Maalesef. 23 Haziran seçimlerinden sonra bir görüşme olmadı. Çünkü izin verilmiyor. Tecrit halinin bir şekilde devam ettiğini söyleyebiliriz. Öcalan’ın mektuplarını titizlikle okuyoruz. Öcalan’ın bir politik, ideolojik, felsefik bir dili, üslubu yöntemi var. Bu yönteme hakim olarak okumak gerekiyor. Bu anlamıyla son 4 mektubunu bütünlüklü olarak ele aldığımızda aslında önemli bir açılım tekrar Türkiye’nin önüne koyuyor. Gelen mektupların Türkiye halkları, toplumuyla buluşmasını önemsiyoruz. Görüşmeler devam etmeli. Görüşmeler sadece avukatlarıyla de sınırlı olmamalı. Gazeteciler de, toplumun çeşitli kesimleri de gidip görüşmeli. Orada dile getirilen, özellikle 2013’ten bu yana dile getirdiği hattı koruyarak dile getirilen şeyler önemli. Bugün Türkiye demokratik anayasa tartışıyor, yargı reformu, bölge barışını tartışıyor. Buna dair çözümler üreten bir yerden Öcalan meselesi önemlidir. Seçimler meselesine dair söyledikleri, tartışılmıyor. Öcalan mektupları ya da yaklaşımları parti içinde kırılmalara yol açmaz. Çünkü biz demokratik bir partiyiz. Yaklaşımlarımız belli. Bugüne kadar da, özellikle 2013-2015 döneminden, -partimizin kurulma meseleleri de tam buna dayanıyor-, önemli referanslar olarak gördük bu mesajları, mektupları. Yine böyle görüyoruz.    Böyle bir yaklaşımı var. Günlük siyasetle çok ilgilenmiyor. Seçimmiş, aktüel siyaset değil. Çok daha farklı bir perspektiften bakıyor. Bölgeyi ele alırken demokratik ulus zeminiyle tüm bölgede olası, tüm halkların ortak çözümüne dair konuşuyor. Çünkü şunu biliyoruz. Bu işi birlikte çözeceğiz. Son mektuplarından birinde ‘hassasiyetlerden’ bahsetti. Çok önemli bir şey. Kimse sınır meselesini tartışmıyor. Sınırların içinde üreteceğiniz çözümler, o hassasiyeti dikkate alarak üreteceğiniz çözümler ortak çözümlere en fazla katkıyı sağlayacak şeydir. Bunu ortaya koydu. Bunlar önemli. Dolayısıyla parti içinde bir kırılmaya yol açması mümkün değil. Bugüne kadar bundan dolayı bir kırılmayı bırakın çatlak bile görmedim.    Bazen şöyle şeyler duyuyor, eğleniyoruz. Mesela Öcalan-Demirtaş tartışmaları... Buna en güzel yanıtı yine çıkıyor Demirtaş veriyor. Böyle bir şeyin olmasının mümkün olmayacağını kendisi açıklıyor. İktidar bu huyundan vazgeçmiyor. HDP’yi düşmanlaştırmak, kötülemek, HDP'ye yönelik kara propaganda yapmak iktidarın vazgeçemeyeceği bir tutumu. O siyasetsizliğini böyle telafi etmek istiyor. Düşman yaratmak, burada bizi hedefe koymak, HDP’nin söylediklerini dinlemekten çok, HDP hakkında bir önyargı oluşturmak en önemli taktiklerinden biri. Tam seçimlere giderken böyle bir şeyi önümüze getirmeyi amaçladılar. Apar topar TV programı yaptılar. O zaman en güzel cevap nerede verilirdi. Sandıkta verilirdi. İstanbul’da 910 bin olan desteğimiz 1 milyon 30 bine çıktı. 120 bin ilave oyla aslında yanıt verilmiş oldu.    Öcalan’la görüşmeler seçimden sonra yapılmadı, avukatların başvuruları reddedildi. Önceki dönemlerde tecridin kaldırılması için bazı kampanyalar yapılmıştı şimdi bu yeni döneme ilişkin bir planlaması var mı HDP’nin?   Bu demokrasi ittifakı başlığında bütün bunları topladık. Yani hem bu tecrit sürecine çünkü bu sadece Öcalan’a uygulanmıyor, Türkiye’de bir hukuksuzluğa mahkum ediliyor, hem yargı reformu hem diğer yol temizliği dediğimiz mesele çerçevesinde işte bu ‘terörle mücadele kanunu’, insan hakları konusu, diğer taraftan uluslararası siyasete, politikaya yönelik barış, savaş karşıtı politikalarda buluşma hepsini demokrasi ittifakı meselesi içerisinde. Yani şunu amaçlıyoruz, toplumun bütün kesimleri şunu bilmeli ki herhangi bir yerde bir sorun varsa bu soruna sırtınızı dönüp sessiz kalırsanız bilin ki o sorun sizin kapınızı mutlaka çalacaktır. Çünkü toplumu bir arada tutan şey ortak sorunlara ortak çözüm üretme anlayışıdır. Bu anlayıştan yoksun bırakılmış, ayrıştırılmış, kamplaştırılmış, bölünmüş bir toplumsal hayatımız var. Bu bölünmüşlüğe karşı bütün sorunlarımıza birlikte sahip çıkıp birlikte çözüm üretmeliyiz. Demokrasi ittifakı bunu amaçlıyor. Kürt sorunundan, savaş meselesine, tecrit meselesine, emeğin haklarından kadın meselesine kadar bütün bunları birlikte ele alan bir şey. Bir yanıyla yol temizliği bir yanıyla anayasa derken bunun başlıca konularından biride tecrit. Düşünsenize bir ülkede tecrit varken demokratik bir anayasa yapılabilir mi? Bir ülkede Terörle Mücadele Kanunu varken demokratik bir anayasa yapabilir misiniz?    Van Büyükşehir Belediye Başkanı ve Meclis üyeleri hakkında yeni bir soruşturma var. Bunlar görevden almayla sonuçlanabilir mi? Bir yeni kayyım süreci yaşanır mı? Yaşanırsa ne olur?   Kayyım süreci yaşanmayacak artık ama şöyle şeyler yaşanabilir. Bunun ilk örneği Tatvan’da yaşandı. Tatvan’da belediye meclis üyeleri hakkında yanılmıyorsam 17 Nisan’da valilik soruşturma açtı. Vali arkadaşlarımızı görevden aldı. Böylece Meclis’teki çoğunluk AKP’ye geçti. Zihniyet bu. Kayyım atamıyorlar, ama kayyım zihniyeti devam ediyor. Suçları, kayyım dönemi suçları bütün çıplaklığıyla ortada. Savcıların yapması gereken bu suçlara dair soruşturma açmaktır. Bu suçu işleyenler hala vali, kaymakamdır. Bunlara dair İçişleri Bakanlığı, bu vali ve kaymakamları merkeze çekip haklarında idari soruşturma açması gerekirken hala HDP’li seçilmişlere yönelik böyle bir tavırla karşı karşıyayız. Hatırlayın, Diyadin Belediye binamıza polis saldırdı. Belediye Başkanlarımızı darp etti. Bu kayyım zihniyetini koruyan bir anlayıştır. Siyasetin demokratikleşmesi, demokrasiyi konuşuyoruz, demokratik anayasadan bahsediyoruz tamam fakat yerellere baktığınızda HDP’ye dönük bu zihniyetin, aklın devam ettiğini görüyoruz. Kayyımcı bir zihniyettir, vesayetçi bir anlayıştır bu. Van’da da aynı şeyle karşı karşıyayız.    AKP’li belediyeler değil başka illerdeki HDP’li belediyelere yardım suçlaması var...   Kesinlikle, külliyen yalan. Neden yalan? Yardım edilecek bir hal bırakmamışlar. O denli borçlu. Yardım etmek istese nasıl yardım edecek. Kaldı ki, ben biliyorum bütün belediye başkanlarımız, bütün ilçe belediye başkanlarımızla, hangi partiden seçilmiş olurlarsa olsunlar, toplantı yaptılar ve siyasetimiz gereği herkese şunu söylediler ki, hangi partiden olursanız olun biz artık birlikte çalışacağız, halkımıza hizmet edeceğiz. Van ise Van halkına, Mardin ise Mardin halkına. Ahmet Türk geçen gün bu toplantıyı yaptı. Bizim siyaseten zaten varlık nedenimiz budur. Ayrımcılık asla bizim siyasetimiz içinde var olamaz. Böyle bir anlayışa sahip arkadaş zaten HDP’li olamaz. Bu külliyen yalandır. Külliyen uydurulmuş suçlamalardır. İlk defa karşımıza çıkmıyor. Bunla bizi suçlayarak, bize karşı bu kara kampanyalar yaparak aslında kendi suçlarını örtmeye çalışıyorlar.    Merkez Bankası başkanının görevden alınmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?   Merkez Bankası başkanı zaten Merkez Bankası başkanı değil. Talimatla çalışan ve o talimatlar sonucunda da ekonomiye çok ciddi zarar veren bir haldeydi. Talimatları derken sadece iktidardan değil, uluslararası finans çevrelerinin ortaya koyduğu sonuçlara göre hareket ediliyordu. Bizim iddiamız şuydu. Merkez Bankası bağımsızlığı dediğimiz mesele aslında bir algı yönetimidir. Merkez Bankaları bağımsız olmaz, olmamalıdır, kaldı ki Merkez Bankaları iktidara da bağımlı olmamalıdır. Bizim tezimiz Merkez  Bankaları özerk olmalıdır, özerk bir kurum olmalıdır, özerk kurumların başındaki insanlar da böyle görevden alınamaz. Özerk kurumlar özellikle bir resmi denetime açık olur iki toplumsal denetime açık olur. Bu şu demektir, özerk kurumlar halkın yararına, toplumsal sorumlulukla hareket eden kurumlardır.  Merkez Bankaları özerk olmadığı sürece IMF’nin talimatı ile gelir iktidarın talimatı ile gider. O yüzden bunların özerk bir yapıya kavuşturulması gerekiyor. Merkez Bankası Başkanı’nın bu şekilde görevden alınması işte yeni sistemin en önemli sorunlarından birinin teşhiri. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi dediğimiz meselenin aslında neden çalışamayacağına dair bir örnek de Merkez Bankası vakasıdır. Peki görevden alındı yerine gelen kişiyle beraber Merkez Bankası doğru kararlar alacak ve ekonomide iyileşme mi yaşanacak? Mümkün değil.    MA/ Diren Yurtsever