Ekonomi profesörü Uğur: Yerli ve yabancı sermaye artık AKP’ye kuşkuyla bakıyor 2018-06-13 09:12:30   ANKARA – İngiltere’de Greenwich Üniversitesi’nden ekonomi ve kurumlar profesörü Mehmet Uğur, yerli ve yabancı sermaye çevrelerinde AKP’nin artık “ekonomik istikrar” partisi olmadığına dair kuşkular olduğuna işaret etti.   Seçimlere günler kala Türkiye toplumunun ana gündemi ekonomi. Artan döviz, düşen alım gücü, istihdam oluşturmayan büyüme, sanayi dışı üretim ve artan kriz tehlikesi nedeniyle, Türkiye’yi seçimler sonrasında da zor günler bekliyor.   Çalışmalarını İngiltere’de Greenwich Üniversitesi Siyasal İktisat Araştırmaları Merkezi’nde sürdüren ekonomi ve kurumlar profesörü Prof. Dr. Mehmet Uğur, Mezopotamya Ajansı’nın (MA) sorularını yanıtladı.   Sizi zaman zaman yurt içinde ve dışında Türkiye ekonomisi üzerine yazdığınız yazılarınızdan tanıyoruz. Bize kısaca kendinizden bahsedebilir misiniz?   Kadim şehir Antakya’nın Samandağ ilçesinde ilk, orta ve lise öğrenimimi yaptım. 1973-78 arası ODTÜ İdari İlimler Fakültesi’nde İktisat ve İstatistik okudum. 12 Eylül darbesinden sonra 4 yıldan uzun bir süre Mamak Cezaevinde “ağırlandım”. Yüksek lisans ve doktoramı London School of Economics’te yaptım. Uzun yıllar Greenwich Üniversitesi’nde Onursal Jean Monnet Profesörü olarak çalıştım. Halen Greenwich Üniversitesi’nde Ekonomi ve Kurumlar profesörü olarak çalışıyorum. Kurumsal kalitenin, güvenin ve şeffaflığın sürdürülebilir ve adaletli kalkınma için neden önemli olduğuna dair araştırmalarım mevcut.   Türkiye’nin mevcut ekonomik durumunu AKP iktidarının günümüze kadar uyguladığı politikalar çerçevesinde değerlendirebilir misiniz?   2005’ten bu yana, AKP’nin kendine özgü veya “yerli” ve “milli” bir ekonomi politikası olmadığını, AKP’ye atfedilen ekonomik büyüme söyleminin gerçekleri yansıtmadığını belirtiyorum. AKP, gericileşen ve daha çok eşitsiz hale gelen bir dünyanın inşasında önemli bir işlev gören neo-liberal ekonomi politikasını, kendisine destek veren bir sermaye eliti yaratma cihadıyla birleştiren bir parti.   AKP iktidarının ilk yıllarında gerçekleşen büyüme, 2001 krizinden sonra doğal olarak beklenen “ara kapatma” dinamiğinin bir sonucudur. Aynı zamanda, Türkiye’deki büyüme 2008’e kadar tüm orta gelirli ülkelerde gözlenen büyümeden daha yüksek olmamıştır. Daha da önemlisi, AKP dönemindeki büyüme birçok kritere göre düşük kaliteli bir büyüme olmuştur. Bu büyüme her zaman yüksek cari açık, yüksek enflasyon/faiz, yüksek işsizlik ve artan eşitsizlik ile el ele gitti. AKP politikası nedeniyle, üretkenlik 2004’ten beri sürekli düşüş içindedir. Son olarak, AKP bugün Türkiye ekonomisini orta gelir grubuna ait ekonomiler arasında en kırılgan ekonomi haline getirmiştir. Hem bu nedenlerle hem de dünyadaki likidite (sıcak sermaye) bolluğunun sona ermeye başlaması nedeniyle, Türkiye ekonomisi 1990’lara benzer bir kriz sarmalına girme noktasına gelmiştir.   Farklı çevrelerden Türkiye’nin ekonomik durumuna ilişkin “kaçınılmaz son” yorumu yapılmaktadır. Sizce gelinen nokta kaçınılmaz mıydı?   AKP sermayeye ve piyasaya tapan bir İslami Kalvinizm ideolojisine sahip. Bu ideolojide maddi başarı hem seçkin elitin bir üyesi olmanın hem de Allah’ın lütfuna daha çok mazhar olmanın işareti olarak görülür. Zenginlik Allah’ın AKP’li kuluna bahşettiği bir ayrıcalık olarak meşrudur.   Sosyal bilimlerde veya politikada “kaçınılmaz son” yoktur. Kaçınılmaz gibi görünen sonuç, daha önce yapılan tercih ve seçimlerin bir sonucudur. AKP çok yanlış politika seçimleri yaptı. Bunun nedeni, AKP’nin sermayeye ve piyasaya tapan bir İslami Kalvinizm ideolojisine sahip olmasıdır. Bu ideolojide “maddi başarı” hem seçkin elitin bir üyesi olmanın hem de Allah’ın lütfuna daha çok mazhar olmanın işareti olarak görülür. Diğer bir deyişle, zenginlik Allah’ın Kalvinist (yani AKP’li) kuluna bahşettiği bir ayrıcalık olarak meşrudur. Dolayısıyla, zenginleşip elitleşemeyenler, kendi hataları veya eksik inançları nedeniyle, Allah’ın lütfuna mazhar olamayanlardır.   Bu ideolojiyle hareket eden AKP elitleri, bir yandan kendilerine mali ve politik destek verenlere (Fethullah Gülen hareketi dahil) piyasa imkanları sundu. Diğer yandan, bu piyasa zenginlerinden alınacak rüşvet için -ki bu hem mali rüşvet hem de politik destek olabilir- merkezileştirilmiş bir rüşvet rejimi kurdu. Verilecek rüşvetin rayici, rüşvetin kimler arasında paylaşılacağı, rüşvet vermeyenlerin nasıl cezalandırılacağı hep merkezi bir şekilde belirlendi. Bu rejimin tepesinde de her zaman Erdoğan ve onun en yakın çevresi yer aldı. AKP’nin yaptığı diğer bir seçim, “itleri salmak ama taşları bağlamak” olarak tarif edebileceğim bir baskı rejimi oluşturmak. Bu rejimde “rüşvetini” ödeyen sermaye sahiplerine her türlü ekonomik ve politik imkanı sağlayan yasalar çıkarıldı. Diğer yandan, çalışanların, emekçilerin, çiftçilerin hak aramaları suç haline getirildi. Devletin güvenlik güçleri bu kesimlerin hak mücadelelerini bastırmak için amansız bir şekilde kullanıldı. Bu rejimde tabi ki en büyük baskı, yüzyıllardır sömürgeleştirilmiş olan ve kendi kaderini tayin etme hakkını demokratik bir şekilde kullanmak isteyen Kürt halkına yönelik oldu. Bu adaletsiz ve devlet şiddetine dayalı sistemde, sürdürülebilir ve adaletli ekonomik büyüme için gerekli olan kurumsal kalite ve normlar darmadağın edildi. Ekonomi politikasında keyfilik hakim oldu ve politik ve ekonomik rant getirisi yüksek olan ekonomik projelere yatırım yapıldı. Türkiye ekonomisinin bugün uçurumun kenarında olmasının nedenini bu şekilde görüyorum.   Ülkelerin ekonomilerinin demokrasi ve güven ile doğrudan bir ilişkisi olduğu bilinmektedir. Çin, Suudi Arabistan gibi demokrasinin olmadığı ülkelerdeki ekonomik gerçeklikleri göz önüne alacak olursak sermaye hukuk ve güven endekslerine bağlı mıdır? Türkiye açısından değerlendirebilir misiniz?   Sermayenin demokrasi ve hukuka yaklaşımı pragmatik, yani araçsal, bir yaklaşımdır. Sermaye sahipleri, sermayelerinin, karlarının veya faizlerinin güvende olmasını ister. Yani devletin mülkiyet haklarını koruyan “kontratı” uygulamasını bekler. Ama bu kontratın nasıl ve ne tür bir rejim altında korunması gerektiği konusunda sermayenin fazla derdi yoktur. Hatta sermaye sahiplerinin otoriter ve baskıcı rejimleri solcu/reformcu rejimlere göre daha çok tercih ettiğini gösteren veriler vardır.   Dolayısıyla sermayenin Çin, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi ülkelerde yatırım yapmama derdi olmaz. Ancak, bu tür ülkelerde iki sorun vardır. Birincisi, yatırım yapan sermaye sahipleri (ister yerli ister yabancı olsun) yatırımları için “rejim riskini” de içeren yüksek bir getiri ister. Bu prim onlara sermaye sahibi olmayanların ücret ve gelirini bastıran ekonomi politikalarıyla aktarılır.   İkinci sorun birincisiyle ilişkili: Rejim riski için sermayenin istediği prim rejimin baskıcı karakteri arttıkça artar. Bu da bildiğimiz başkaldırılara, sosyal ve siyasal çalkantılara yol açar. İşte tam da bu noktada, sermaye sahipleri batma tehlikesi olan rejim teknesini ilk terk eden fareler olur ve ekonomik krizi derinleştirir. Kısaca özetlemek gerekirse, demokrasi ve hukuk sermaye için değil, sürdürülebilir ve adaletli kalkınma için gereklidir.   Seçim öncesi en sık tartışılan konulardan biri seçimden sonra IMF ile anlaşma zorunluluğu ve kemer sıkma mecburiyeti doğacağına ilişkindir. Seçimleri kim kazanırsa kazansın bu zorunlu bir yol mudur sizce?   Türkiye AKP’nin izlediği ekonomi politikasının faturasını maalesef ödemek durumunda olacaktır. Eğer AKP iktidarda kalırsa, bu fatura krizden korunma imkanı en az olan kesimlere yıkılacaktır. Ancak kriz yönetimi, adaletli ve sürdürülebilir bir kalkınma için yeni bir toplumsal sözleşme mümkündür. Bu sözleşme temelinde yeni normlar ve politikalar geliştirerek, hem faturayı azaltacak hem de adil bir şekilde paylaştıracak alternatifler vardır. Bu alternatifler hem ekonomi disiplininde vardır hem de Türkiye’nin politik seçimleri açısından mümkündür. Sorun, Kürt düşmanlığı temelinde milliyetçi, şiddete-tapıcı ve biatçı bir refleks geliştirmiş olan seçmenlerin hurafelerini ve beklentilerini gözden geçirip geçirmeyeceği sorunudur. Bu doğrultuda olumlu işaretler var ve bunlar sevindirici.   Seçime giren partilerin programları/bildirgeleri üzerinden baktığımızda hangi partinin programı ekonomide düzelme sağlayabilir? Neden?     Krizden çıkış, adaletli ve sürdürülebilir ekonomi politikaları açısından HDP programını uygun buluyorum. HDP’nin ekonomik ve siyasal modeli farklılıkların kabulüne ve farklı etnik, inanç ve meslek gruplarının potansiyellerini gerçekleştirmesi için eşit olanak sağlama ilkesine dayalı.   Kısa bir süre önce, Gazete Duvar’da yayınlanan bir yazımda, krizden çıkış ve adaletli ve sürdürülebilir ekonomi politikaları açısından HDP programını uygun bulduğumu belirtmiştim. CHP’nin sosyal adalet konusunda HDP programıyla örtüşen vaatleri var. Ama CHP’nin ekonomi politikası önerileri birkaç açıdan sorunlu. Birincisi, yaklaşan krizle ilgili saptamalar var, ama krizin faturasının azaltılması ve hakça paylaşılması konusunda yeterli öneri yok. İkincisi, eğitime verilen önem doğru, ama inovasyona yapılan vurgu inovasyonun tekelci yapılar da yarattığını, eşitsizliği arttırabileceğini gören ve buna göre çözüm getiren öneriler yok. Üçüncüsü, AKP ve onun öncülü olan Adalet Partisi, ANAP ve diğer sağ partiler gibi, CHP’nin yönetici eliti (ekonomi politikasından sorumlu olanlar dahil) örgütlü sermaye gruplarının lobicilik faaliyetlerine oldukça açık. Kesimsel çıkarları “milli çıkar”la özdeşleştirip taviz vermeye eğilimli. HDP’nin böyle bir sorunu yok.    HDP’nin ekonomik ve siyasal modeli farklılıkların kabulüne ve farklı etnik, inanç ve meslek gruplarının potansiyellerini gerçekleştirmesi için eşit olanak sağlama ilkesine dayalı. Yani HDP’nin kendini destekleyenlerin veya sermaye sahiplerinin özgül çıkarlarını taltif etmesini gerektiren bir gönül borcu yok. Tam tersine, HDP’nin farklı kesimlerin farklı hak ve hukuklarının karşılıklı olarak tanıması gerektiğini, her kesimin katkısına göre ödülendirilmesini öngören bir yaklaşımı var. Bu yaklaşımda “katkı” yalnızca sermayeyle ölçülmüyor – çocuk büyütmek, yaşlılara bakmak, çevreyi korumak, alın teri dökmek vs. değerli katkılardır. Bu katkılar iktidardaki partinin politik rüşvetiyle ödüllendirildiğinde ekonomik krize, HDP’nin önerdiği şekilde yapılırsa, karşılıklı hak ve sorumluluk çerçevesinde ekolojik ve toplumsal açıdan sürdürülebilir bir kalkınmaya yol açar.    AKP iktidarı kurdaki dalgalanmaları “dış güçlerin oyunu” diye sunmaktadır. İngiltere’de yaşayan bir ekonomist olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?   Birçok konuda olduğu gibi, AKP bu konuda da doğruyu söylemiyor. Aslında AKP bugüne kadarki “başarısını”, “dış güçlerin” tercihlerini yansıtan bir ekonomi politikası izlemesine borçlu. AKP döneminde Türkiye yabancı yatırımcıların yüksek karlar ettiği bir ülke oldu. AKP hükümetleri bu karların garantörü oldu. Bu yüzden hem kısa hem de uzun vadeli sermaye akışı oldu. Erdoğan’ın günahı kadar sevmediği Mehmet Şimşek’i bugüne kadar hükümette tutması, en sonunda da Şimşek’in piyasalara “güven” vermek için gerekli gördüğü faiz artırımını kabul etmesi hep “dış güçleri” memnun tutma gereğinin bir sonucudur.    Seçim öncesi AKP ekonomide “Biz yaptık. Yine biz yaparız” sloganı ile istikrar vurgusu yapmaktadır. İstikrar vurgusunun iyiye gidişe dair gerçekliğe tekabül eden bir tarafı var mıdır?   AKP’nin bu söyleminin eskisi gibi inandırıcı olmadığını izliyorum. Yerli ve yabancı sermaye çevrelerinde AKP’nin artık “ekonomik istikrar” partisi olmadığına dair kuşkular var. Fareler batmaya yüz tutmuş tekneyi henüz terk etmeye başlamadı. Ama genel eğilim açık: sermaye AKP’den giderek daha yüksek bir kriz primi istemeye devam edecek. Özetle, “dış güçleri” memnun etmeye yönelik politika izleyen AKP elitinin kaderi, kendi tercihleri nedeniyle, “dış güçlerin” elinde kalmaya devam edecek.   HDP’nin seçim sloganı olan “Sen’le Değişir”de seçmeni özne olarak gören ve sorumluluk yükleyen bir taraf olduğunu görüyoruz. Siz ekonomik alanda yurttaşa sorumluluk yüklenmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?   Çok anlamlı bir soru. Belirttiğiniz gibi, bu sloganın hem bireyi güçlendirici, özne olduğunu hatırlatıcı hem de bireye sorumluluk veren bir tarafı var. Her iki yönü nedeniyle, bu sloganı doğru buluyorum. Doğru oturup doğru konuşalım: Türkiye yurttaşlarının kritik bir çoğunluğu (ki bu sayısal çoğunluk olmayabilir), AKP’nin belgeli yolsuzluklarını kendi vicdanında bilmiyorum ama kendi söyleminde meşrulaştırdı. Türkiye’yi ekonomik krizin eşiğinde olan bir ülke haline getirmesi sürecinde, AKP’nin bu meşruiyetten cesaret aldığı açıktır. Açık olan diğer bir durum, AKP’nin devlet kaynaklarını (yani yurttaşların vergisini ve kamu varlıklarını) kendi yandaşlarına açması, karşıtlarına kapatmasıdır. Bu yolsuzluklardan yararlanmış olsun olmasın, AKP’ye oy desteği veren birey yurttaşlar ahlaken doğru bir edimde bulunmamıştır. Tabi ki bu yolsuzlukların esas ve tek sorumlusu siyasi yöneticilerdir ve bu siyasi aktörlerin projesini hevesle yerine getiren yargı ve güvenlik görevlileridir. Ama iktisat disiplininde basit bir talep-arz ilişkisi vardır: birey olarak yurttaşlar adaletli ve sürdürülebilir kalkınma sağlayacak kurumlar ve normlar talep etmezse, yönetici elitler bu tür kurum ve normları sağlamaz.   Sorunuz ekonomik alanla ilgili ama önemli bir siyasi boyutu da var. Bu alanda da, kritik çoğunluk AKP’nin Kürt ilerindeki belediyeleri gaspetmesini ve HDP yönetici, temsilci ve üyelerini siyasi rehine olarak almasını meşrulaştırdı. Aynı şekilde, Kürt il ve ilçelerinin yakılıp yıkılmasına ve sivil insanların öldürülmesine karşı ya sessiz kaldı ya da bu suçları meşrulaştırdı. Bunu hem sosyal medyada yazarak hem de seçimlerde/referandumda AKP’ye oy vererek yaptı. Ama insanlık tarihinde bireylerin de bu tür suçlar karşısında kendi tutumlarını değerlendirdiğini ve ‘bir daha asla’ dediğini görüyoruz. Nazi Almanya’sındaki devlet suçları karşısında Almanların tutumu buna bir örnektir. Bu sorumluluk, neden bu suçlara ortak olmadığımı seslendirmedim demek ve bundan sonra benzer suçların tekrarlanmaması için neler yapabilirim sorusunu sormaktır.   HDP bize bu sorumluluğu hatırlatarak, bireyin yalnızca bir tüketim makinesi olmadığını, topluma ve gelecek kuşaklara karşı sorumluluğu olan bir siyasal/toplumsal özne olduğunu hatırlatıyor.   Metropoll Araştırma’nın araştırmasına göre “ekonomi” iki yılda yüzde 51 oranına ulaşacak şekilde yükselerek seçmenin en önemli gündemi haline geldi. Ekonominin bu derece temel gündem olmasını nasıl değerlendirmek gerekiyor?   Ekonomik zorlukların seçim sonuçlarını etkilediğini, çoğu zaman iktidarda olan hükümetlerin iktidarı kaybetmesine neden olduğunu sık sık duyarız. Bu saptamada gerçeklik payı vardır. Ama ekonomideki kötüleşmenin tek başına değişim getirebileceğini düşünmüyorum. Değişim için bir de inandırıcı bir ekonomi politikası alternatifi sunan bir siyasi proje lazım. Yukarıda da belirttiğim gibi, HDP dışındaki muhalefet partilerinin böylesi bir projeye sahip olduğunu düşünmüyorum. Bu yüzden, HDP’nin ekonomiyle ilgili projesini çok daha yüksek bir sesle dile getirmesinin doğru olacağını düşünüyorum. Bunun bir tarafı AKP’nin yaptığı tahribatı dillendirmek olmakla birlikte, en önemli tarafı HDP’nin vizyon farkını ortaya koymaktır.   MA / Hayri Demir