Bilmez: İmralı uluslararası ve ulusal hukuku yutan bir ‘kara delik’ 2021-01-22 10:09:21 İSTANBUL - İmralı Cezaevi’nin uluslararası ve ulusal hukuk kurallarını yutan bir "kara delik" olduğunu söyleyen Avukat İbrahim Bilmez, PKK Lideri Abdullah Öcalan’a dönük tecridin bir işkence sistemi olduğunun AİHM tarafından da hukuki olarak kanıtlandığını ifade etti. İmralı F Tipi Yüksek Güvenlikli Kapalı Ceza İnfaz Kurumu’nda kalan PKK Lideri Abdullah Öcalan 21 yıldır ağır tecrit koşullarında tutuluyor. Temel hukuki haklarını kullanmasının önüne geçilip, ailesi ve avukatlarıyla görüşmesi engellenen Öcalan, 2018 yılında Demokratik Toplum Kongresi (DTK) Eşbaşkanı Leyla Güven öncülüğünde başlatılan açlık grevleri sonrası avukatlarıyla 8 yıl aradan sonra görüşebilmişti.    Müvekkilleri Öcalan ile sadece 5 görüşme yapabilen avukatların Adalet Bakanlığı’nın "görüşme yapmalarının önünde hiçbir engel olmadığı" yönündeki açıklamalarına rağmen sonrasında yaptıkları tüm başvurulara ya yanıt verilmedi ya da “disiplin cezası” gerekçesiyle reddedildi. Öyle ki 2020 yılında yapılan 96 başvurudan sonuç alınamadı.   Ailesi ve vasisi ise Öcalan’la görüşme talebiyle geçtiğimiz yıl 50 kez başvuru yaptı. Bunlardan 40’ına yanıt verilmezken, ret yanıtı verilen 9 başvuru için de disiplin kurulu kararı gerekçe gösterildi. Tek aile ziyareti ise, İmralı’da çıkan yangın sonrası kamuoyunda oluşan kaygılar üzerine 3 Mart 2020’de yapıldı. Bu olay sonrası başlayan pandemiyle kaygıların yeniden büyümesiyle Öcalan, 21 yıl aradan sonra ilk kez 27 Nisan’da ailesi ile telefonda görüştürüldü.   İmralı’da son bir yılda yaşananları geçtiğimiz 13 Ocak’ta hazırladıkları raporu kamuoyuyla paylaşan Asrın Hukuk Bürosu, İmralı’da bulunan müvekkilleri Abdullah Öcalan, Hamili Yıldırım, Veysi Aktaş ve Ömer Hayri Konar için hukukun bütünüyle ortadan kaldırıldığını vurguladı.   Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından İbrahim Bilmez, tecrit ve açıkladıkları rapora ilişkin sorularımızı yanıtladı.    Müvekkilleriniz Öcalan ile 8 yıl aradan sonra en son 7 Ağustos 2019’da görüşme yapabildiniz. O tarihten bu yana başvurularınıza ne yanıtlar aldınız?    22 yılına giren İmralı ada cezaevinin başlı başına tecrit mantığı üzerine kurulduğu biliniyor. Yani aslında İmralı’da 22 yıldır ağır tecrit ve izolasyon durumu hiçbir zaman sonlanmamış, hep devam etmiştir. Bu temelde aile ve avukat görüşmeleri her dönem hava muhalefeti ve koster bozuk gibi gerekçelerle sık sık kesintiye uğratıldı. 2011 yılı Temmuz’undan itibaren ise avukatlar aynı gerekçelerle fiilen görüştürülmedi. 2014 yılı sonlarında ise buna aile ve vasi, son olarak 2015 yılında heyet görüşmelerinin yaptırılmaması eklendi.    “Mutlak tecrit” olarak tanımladığınız dönem heyetlerin görüşmelerinin kesilmesiyle mi başladı?    Mutlak tecrit politikası ve kararı, 2016 yılına kadar hava muhalefeti ve koster bozuk gibi inandırıcı olmayan gerekçelerle fiilen, 2016’da OHAL gerekçesine dayalı mahkeme kararlarıyla, OHAL’in kaldırıldığı 2018 Temmuz ayından itibaren ise tecride kılıf uyduran mahkeme kararlarıyla sürdürüldü.   Evet. Yani dışarıyla tüm bağların koparıldığı, telefon, haberleşme dâhil avukat, vasi, aile ve heyet görüşmelerinin bir bütün olarak engellendiği bir döneme girildi. 2015 yılından beri uygulamaya konulan bu mutlak tecrit politikası ve kararı, 2016 yılına kadar hava muhalefeti ve koster bozuk gibi inandırıcı olmayan gerekçelerle fiilen, 2016’da OHAL gerekçesine dayalı mahkeme kararlarıyla, OHAL’in kaldırıldığı 2018 Temmuz ayından itibaren ise tecride kılıf uyduran mahkeme kararlarıyla sürdürüldü.    2018 yılı sonlarında başlayan açlık grevlerinin etkisiyle 2019 yılı Nisan ayında o zamana kadar avukat görüşmesini yasaklayan mahkeme kararı kaldırılıp, 5 avukat görüşmesi yaptırılsa da her hafta düzenli başvurularımıza yanıt verilmemekle avukat yasağı bu sefer fiili olarak 2019 ve 2020’de de sürdürüldü. Eylül 2020’de de bu fiili durum daha önceki avukat, aile ve telefon yasağı getiren mahkeme kararlarının adeta kopyala-yapıştır misali tekrar devreye konulmasıyla mutlak tecrit politikası bir kez daha resmileştirilmiş oldu.    Sonuç olarak; Eylül 2020’de tekrarlanan telefon, aile ve avukat yasağı içeren mahkeme kararlarıyla aslında açlık grevlerinin etkisiyle 2019’da gerçekleşen 5 avukat ve 3 aile görüşmesiyle 2020’de yangın ve pandemi nedeniyle gerçekleşen bir aile ve bir telefon görüşmesinin istisnai olduğu, esas olanın 2015 yılından bu yana yürürlükte olan mutlak tecrit politikasının aynen sürdürülmesi olduğunu resmen ilan etmiş oldu.   Avukat ve aile görüşmelerinde Öcalan, başta Kürt meselesinin çözümü olmak üzere nasıl bir tutum sergiledi?     Müvekkilimiz Sayın Öcalan’ın Kürt sorunun demokratik temelde siyasi çözümüne yönelik çabaları İmralı öncesine, 1990’lara kadar geriye gitmektedir. 1993, 1995 ve 1 Eylül 1998 ateşkesi ve demokratik çözüm girişimleri biliniyor. Aynı çizgiyi İmralı sürecinde daha da derinleştirerek sürdürmektedir. Bizzat kendisi İmralı konumunu “Halklar lehine demokratik çözüm ve barışı sağlama” olarak belirlemiştir. İmralı tecrit koşullarına da bu amaç için dayandığını ve direndiğini belirtmektedir. Bu konumu halklar için kazan-kazan konumudur. Ancak milliyetçi ve böl-yönet esasına dayalı Ortadoğu ulus devletler sistemini sürdürmek isteyen kapitalist hegemonya, bunu kendi hegemonik çıkarlarına aykırı görmekte ve halklar için kaybet-kaybet anlamına gelen tecrit politikasını, çözümsüzlük ve çatışmayı dayatarak, kriz ve kaos ortamından nemalanmaktadır.    Açıkladığınız raporda İmralı’da hukukun ortadan kaldırıldığını ifade ediyorsunuz…    Mevcut Kürt gerçeğini yok sayan antidemokratik anayasa ve yasalar nedeniyle Türkiye uluslararası hukukun evrensel standartları bağlamında bir hukuk devleti haline gelemiyor. Sürekli olağanüstü hal ve istisnalar hukuku ile yönetilmek durumunda kalıyor. İmralı gerçeği ve yaşanan tecrit de bu zihniyetin ürünüdür. Demokratikleşmemede ısrar, olağanüstü hal tarzı yönetim tekniğini getirdi ve İmralı özgülünde ‘kriz yönetim merkezi’ adı altında başlayarak tüm Türkiye’ye yaygınlaştırıldı. Farklı olana özgürlük tanımayan, böylece kendi özgürlüğünü de yitiriyor. İmralı bu anlamda bir demokrasi ve hukuk laboratuvarıdır.    Müvekkilinizin bu duruma dair yaklaşımı, sunduğu çözüm önerileri var mı?      Farklılıkları tanımayan ve dışlayan antidemokratik tekçi anayasa ve hukuk anlayışı nasıl İmralı gerçeğini yaratmışsa, çözümü de ancak çoğulcu demokratik bir anayasa ile gerçekleşebilir. Dolayısıyla İmralı tecridine son verilebilir. Çünkü İmralı’da tecrit, aynı zamanda sistem sorununun dışavurumudur.    Farklılıkları tanımayan ve dışlayan antidemokratik tekçi anayasa ve hukuk anlayışı nasıl İmralı gerçeğini yaratmışsa, çözümü de ancak çoğulcu demokratik bir anayasa ile gerçekleşebilir. Müvekkilimiz İspanya örneğini vererek orada Demokratik Anayasa İttifakı ile sorunların aşıldığını, Kürt sorunun da bu temelde bir demokrasi, demokratik hukuk ve demokratik anayasa sorunu olduğunu vurgulayarak; Türkiye için evrensel hukuk standartlarına oturtulmuş Demokratik Anayasal Çözüm ve Demokratik Anayasa İttifakını önermiştir. Evrensel hukukun geldiği aşamada üç kuşak insan, hak ve özgürlüklerine uyarlanan demokratik anayasa ve yasalarla ancak Kürt sorununa çözüm getirilebilir. Dolayısıyla İmralı tecridine son verilebilir. Çünkü İmralı’da tecrit, aynı zamanda sistem sorununun dışavurumudur.     Türkiye’nin bu şekilde hem ulusal hem de uluslararası hukuku çiğnediğini belirtiyorsunuz. Bu durumun uluslararası arenada bir cezai yaptırımı var mı? Varsa neden hiç devreye girmiyor?   İlgili uluslararası kurumlar genelde Türkiye’ye tavsiyelerde bulunmakla yetiniyorlar. Sınırlı da olsa yaptırım uygulama gücü olan Avrupa Konseyi, BM ve CPT gibi kurum ve kuruluşlar ise çeşitli hesap ve belki kaygılarla bu etkilerini mümkün olduğunca kullanmamaya çalışmaktadırlar.    Türkiye’de zaten bu tavsiyelerin gereğini yerine getirmiyor, tecridi daha da ağırlaştırıyor. Bu tecrit politikasının Türkiye’ye yararı yoktur, sadece içte ve dışta çözümsüzlükten nemalananların işine yarıyor. Maalesef Türkiye’de gelip geçen hükümetler, bu en temel iç sorunu olan Kürt sorununu demokratik yöntemlerle çözmeye yanaşmadığı için sorunu kendi elleriyle uluslararası hale getiriyor. Uluslararası arenada devletler ise, bu çözümsüzlüğü Türkiye’ye karşı hep bir taviz kozu olarak kullanmayı tercih ediyor ve adeta zımni bir uzlaşma içinde Kürt sorununun çözümsüzlüğünden nemalanıyorlar. Kaybeden halklar, kazananlar ise böl-yönet politikalarının sahipleri oluyor.  Buna son vermek için Türkiye kendi iç sorununu kendi çözmelidir. Tecridin kaldırılarak müvekkil Öcalan’a, demokratik çözüm ve barış olarak belirlediği rolünü yerine getirmesine olanak tanınması Türkiye’nin ve herkesin yararınadır.   Açıkladığınız raporunuzda CPT’nin yayınladığı rapora da yer verdiniz. Türkiye, İmralı’daki koşulların düzeltilmesini isteyen CPT’ye ne yanıt verdi?   Az önce ifade ettiğim gibi Türkiye bu tavsiyelerin gereğini yerine getirmediği gibi aksine CPT’ye nispet yaparcasına Eylül 2020’de aldığı telefon, aile ve avukat görüşmelerinin yasaklanmasına dair kararlarıyla 2015 yılından beri yürüttüğü mutlak tecrit politikasını devam ettireceğini deklere etmiş oldu. Bu son mahkeme kararlarıyla telefon, aile ve avukat yasağının süreklileştirilmesi açıkça CPT’ye “senin tavsiyelerini, aldığın kararları tanımıyorum, uluslararası hukuk sözleşmelerine, hatta kendi iç yasalarıma aykırı da olsa mutlak tecrit politikamı uygulamaya devam edeceğim” mesajını vermektedir. Bu noktada İmralı işkence sistemi, hukuk ve yasaların uygulanıp uygulanmaması meselesinin de ötesine geçmekte, düşman ceza hukuku veya rehine hukukunun uygulandığı bir istisna mekan haline gelmektedir.   İmralı’daki durumu “sistematik işkence” olarak tanımlıyorsunuz. Bu sistematize hal kendisini hangi biçimlerde göstermekte?   Müvekkil Öcalan, İmralı ada cezaevini ‘proto Guantanamo’ cezaevi olarak tanımlamıştı. ABD’nin geliştirdiği Guantanamo tarzı cezaevleri hukuk ve yasaların geçerli olmadığı, tecrit, baskı ve işkence ile siyasi muhalifinin iradesini kırarak kendi çizgisine çekme esası üzerine kurulu sistematik bir işkence laboratuvarı olduğu biliniyor. İmralı ada cezaevi de bu tarz bir cezaevidir. İmralı ada cezaevinin hukuk ve yasa dışı kuruluşu ve süregelen uygulamaları, bu gerçeği ele vermektedir.    Bir kere tek kişilik ada cezaevi statüsü başlı başına tecrit ve işkencedir. Adanın sağlığı bozan iklimi altında adım adım ağırlaştırılan cezaevi koşulları ve tecrit olayıyla bütünleştiğinde bizzat yetkililerin deyimiyle “idam yerine zamana yayılı azar azar öldürme” politikasının uygulandığı bir mekân konumundadır.    25 yılına kadar fiilen uygulanan bu rejim, 1 Haziran 2005’te yürürlüğe konulan kişiye özel Öcalan yasalarıyla “yasal” kılıfa büründürüldü. 5275 sayılı yasadaki tanımıyla “ölünceye kadar ağırlaştırılmış müebbet infaz” rejimi, tam da bu tecrit içinde zamana yayılı azar azar öldürme esaslı politikanın yasal kılıfı olmaktadır. Nitekim CPT de ağırlaştırılmış müebbet infaz rejiminin kabul edilemezliğine işaret etti. AİHM de 18 Mart 2014 kararında hem tecrit boyutuyla hem de ölünceye kadar ağırlaştırılmış müebbet hapis rejimiyle açıkça işkence yasağını düzenleyen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 3. maddesinin ihlal edildiğini tespit etti. Yani İmralı sisteminin bir işkence sistemi olduğu hukuken de kanıtlanmıştır.    Bu karardan sonra hem tecrit hem de ağırlaştırılmış müebbet infaz rejimi konusunda iyileştirme beklenirken aksine bu karardan bir yıl sonra 2015 yılı itibariyle uygulamaya konulan mutlak tecrit, karar ve uygulamalarıyla daha da kötüleştirildi. Bu temelde 2015 yılından itibaren müvekkil Öcalan’ın da “mutlak tecrit” olarak nitelediği döneme girildi. Mutlak tecrit, aile, avukat, vasi, heyet ziyaretlerini engelleme yanında haberleşme de dâhil dışarıyla tüm bağı kopardığından, yetkililerin deyimiyle diri diri İmralı’ya gömme anlamında işkencenin en üst boyutudur. Bunun ötesi yoktur. İdamın post modern uygulama biçimi olan mutlak tecrit de tıpkı idam gibi dış dünya ile bağı koparmadır. İdam üç dakikada fiziki ölüm ile sonuçlanırken, mutlak tecrit ve ölünceye kadar ağırlaştırılmış infaz rejimi, bu üç dakikayı zamana yayarak fiziki ölümü de içermekle beraber esas olarak sosyal ve siyasi idamı amaçlamaktadır.  Yani İmralı’da yıllardır uygulanan bu politikadır; ne kadar yasal kılıf veya mahkeme kararlarıyla meşrulaştırılmaya ve üstü örtülmeye çalışılsa da çıplak gerçeklik böyledir.    Raporunuzda “İmralı hem bir baskı hem de demokrasi laboratuarıdır” tespitinde bulunuyorsunuz? Dikkat çektiğiniz bu ikili rol bugüne dek nasıl yansıdı?    Bizzat Öcalan, İmralı cezaevine alındığında kendi İmralı konumunu demokratik çözüm ve barışı sağlama olarak tanımladı. Hatta ‘İmralı’da gerçekleşecek demokratik çözüm ve barış, hakların demokrasi bayramı olacaktır’ dedi ve yıllardır bunun için yaşadığını ve direndiğini söyledi. Ancak Türkiye’de bu yönlü bir devlet ve hükümet iradesi ortaya çıkmadığından, hep oyalama ve tasfiye mantığıyla yaklaşıldığından Öcalan’ın demokratik çözüm ve barış çabalarına karşı her seferinde İmralı’da tecrit, dışarıda da siyasi ve askeri, güvenlikçi operasyonlarla yanıt verildi.    Sonuç; olağanüstü haller, basın ve ifade özgürlüklerine kadar özgürlüklerin kısıtlanması, daha çok baskı oldu. Yirmi ikinci yılına giren İmralı cezaevi tarihine bakıldığında bu diyalektiği görmek zor değildir. İmralı kapılarının açıldığı zamanlarda Türkiye’de demokrasi, demokratik dönüşüm, demokratik anayasa tartışmalarının gündeme geldiğini, kapılar kapandığında da tersinin gerçekleştiğini, yani insan hak ve özgürlüklerine yönelik ihlal ve baskıların gündeme geldiğini gözlemek zor değildir.   Yine İmralı Cezaevi’nin tam anlamıyla hukuksal bir kara delik niteliği taşıdığını ifade ediyorsunuz. “Kara delik” kavramını kullanırken neye vurgu yapmak istiyorsunuz?   İmralı’da hukuk belirsiz bir hal almakta, keyfiyet hukukuna dönüşerek AİHM kararlarını, CPT tavsiyelerini, hatta kendi anayasa ve yasalarını bile uygulamaktan imtina etmeye dek varmaktadır. Bu özelliğiyle İmralı cezaevi, tüm geçerli uluslararası ve ulusal hukuk kurallarını yutan, bir hukuksal kara delik.    Bir yandan uluslararası hukuk sözleşmelerinin demokrasi ve özgürlükler alanında geldiği seviye ile uyumsuz diğer yandan da kendi toplumsal gerçekliğine, özelde Kürt gerçeğine, kapalı ve bu gerçekliğe hukuk ve yasallık tanımayarak, evrensel standartlara aykırı millileştirilmiş “terör” tanımı içine alarak bastırmaya, eritmeye yönelik tekçi hukuk rejimi, İmralı özgülünde daha da ileri giderek evrensel hukuk kurallarını istisna, istisnayı da kural haline getirmiştir.  Hatta bu istisnai kurallar bile uygulanmadığından İmralı’da hukuk belirsiz bir hal almakta, keyfiyet hukukuna dönüşerek AİHM kararlarını, CPT tavsiyelerini, hatta kendi anayasa ve yasalarını bile uygulamaktan imtina etmeye dek varmaktadır. Bu özelliğiyle İmralı cezaevi, tüm geçerli uluslararası ve ulusal hukuk kurallarını yutan, bir hukuksal kara delik olarak tanımlanmıştır.   Raporda AYM’nin 25 Haziran 2014 tarihli bir kararında Öcalan’ın kaleme aldığı bir kitabın yasaklanmasına ilişkin yapılan başvuruda esastan yapılan incelemede düşünce ve ifade hürriyetinin ihlali tespiti yaptığını ama kararlarının yerel merciler tarafından uygulanmadığını açıkladınız. AYM’nin kararının hükümsüz kılınmasının anlamı nedir?   Az önce söylediğimiz İmralı cezaevinin hukuksal kara delik niteliği, sadece İmralı özgülünde değil, tüm Türkiye çapında da kendi en üst yargı kurumunu bile yutarak hükümsüz kılmayı beraberinde getirmiştir. Yerel mahkemelerin Anayasa Mahkemesi kararlarını uygulamaması, yargının ne derece İmralı tecrit politikasının bir aracı haline getirildiğini göstermektedir.    Bu durum ve benzer birçok örnek sadece İmralı’da değil, Türkiye genelinde de hukuki güvenliği yerle bir etmiştir. Bir kez daha ortaya çıktı ki Öcalan’ın hukuki güvenlik, sağlık ve özgürlüğü, bir bütün olarak Türkiye’de tüm toplumun hukuki güvenlik, sağlık ve özgürlüğü anlamına gelmektedir. Öcalan ile ilgili Anayasa Mahkemesi kararını uygulamayan ve hükümsüz hale getiren yerel mahkemeler, bu örnekten aldıkları cesaretle başka birçok siyasi muhalifi için de aynı uygulamalara gitmeye başladı. Bu durum Türkiye’de bir hukuk kaosunu da beraberinde getirdi. Hukuk, herkes için güvenlik amacı olmaktan çıkarak, iktidardaki partinin politikalarının aracı haline getirildi. Muhalefeti susturma ve baskılama tarzında bir iktidar ve yönetim aracına dönüştü. Öyle ki sıradan vatandaştan en üst yetkiliye kadar herkes mevcut, hukuk, adalet ve yargı pratiğinden şikâyet eder hale gelmiştir. Sonuç, Türkiye’de sadece diplomatik, ekonomik, siyasi ve toplumsal kriz değil, hukuk ve adalet krizi de yaşanmaktadır. Türkiye Kürt meselesini demokratik temelde çözmedikçe bu krizlerden kurtulamayacaktır. Bu kriz ve kaostan çıkışın yolu da İmralı’dan geçmektedir.    2020 yılında yerel mahkemelerde devam eden hukuksal süreçler haricinde İmralı Cezaevi’ndeki müvekkillerimizle ilgili AYM’ye 19, AİHM’e 1 başvuruda bulunulduğuna da dikkati çektiniz. Yaptığınız başvurulara herhangi bir cevap alabildiniz mi?   AİHM nezdindeki başvurumuz birden fazla olup, henüz karara bağlanmış değiller. AYM başvuruları ile ilgili süreç de devam ediyor.    2020 yılı içinde siz avukatların gönderdiği 30 mektubun akıbeti konusunda hiçbir bilgi bulunmadığını belirttiniz. Mektupların akıbeti ne durumda?    Mektupları iadeli taahhütlü posta yolu ile gönderiyoruz. Gelen iade kartlarında cezaevi idari yetkililerinin imzası var ancak tecrit dolayısıyla Öcalan ve diğer müvekkillerimizle görüştürülmediğimizden bu mektupların ulaştırılıp ulaştırılmadığını teyit etme olanağına sahip değiliz. Dolayısıyla akıbetleri konusunda bir bilgi de edinemiyoruz. Tahminimiz verilmedikleri yönündedir; çünkü eğer verilmiş olsaydı cevabının da bize gönderilmesi gerekirdi.  Yaklaşık 30 mektubumuzun hiçbirine cevap alamadığımıza göre, mektuplarımızın ilgililerine ulaştırılmadığı sonucuna varıyoruz. Ki bunlar avukat mektuplarıdır; yani müvekkillerimizin hukuki durumuna ilişkin bilgilendirmelerdir. Bunların bile verilmemesi, hukuksal tecrit uygulamasının diğer bir boyutu olmaktadır. Bu durum avukatların müvekkillerine yönelik disiplin soruşturmalarının dışında tutulması, kendilerine bu konuda tebligat yapılmaması veya bilgi, belge verilmemesi ile birlikte değerlendirildiğinde tecridin aynı zamanda hukuksal tecridi de kapsadığını göstermektedir.     Müvekkillerinize verilen disiplin kurulu cezalarının size tebliğ edilmediğini, bu nedenle itirazda bulunma hakkınızın da elinizden alındığını belirttiniz. Bu cezalar sizden neden saklanıyor?   Bu da tecrit politikasının hukuksal boyutudur. Müvekkillerimizin hukuki güvenlik hakkı da sistematik olarak ihlal edilmektedir. Yani Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 3. Maddesi ile birlikte 5. Maddesi de ihlal edilmektedir. Aynı şekilde nitelikli itiraz ve etkili hukuk yollarına başvurma olanağını ortadan kaldırdığından Sözleşme’nin 13. Maddesinin de ihlali oluyor.    İmralı, çözüm ve çözümsüzlük ikilemi ya da diyalektiğini mi yansıtıyor?    Tecrit ve çözümsüzlük politikaları kriz ve kaosları beraberinde getirdi. Yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal, hatta hukuk ve adalet krizleri bundan bağımsız değildir. Er ya da geç gelinecek nokta demokratik çözüm ve barış olacaktır. Krizlerden çıkışın bundan başka yolu da yoktur.    Evet. Tecrit, çözümsüzlükten nemalananların iç ve dış güçlerin tercihi oluyor. Elbette Türkiye toplumunun tercihi bu değildir, Türkiye toplumunun ve halkların yararı demokratik çözüm ve barıştan geçmektedir. Tecrit ve çözümsüzlük politikaları kriz ve kaosları beraberinde getirdi. Yaşanan ekonomik, sosyal, siyasal, hatta hukuk ve adalet krizleri bundan bağımsız değildir. Er ya da geç gelinecek nokta demokratik çözüm ve barış olacaktır. Krizlerden çıkışın bundan başka yolu da yoktur.  Türkiye’de akli selim insanlar ve toplumun yüzde seksenlere varan çoğunluğu bunu istemektedir ama yeterince örgütlü olmadığından sonuç alıcı olmamaktadır.    Yapılan görüşmelerin hep olağanüstü koşullarda, kamuoyunun kaygıları ve yoğun baskısı sonucu gerçekleştiğini ifade ediyorsunuz. Madem “ülkedeki bütün sorunların kaynağında bu tecrit hali var” belirlemesi yapılıyor peki toplumun burada ne yapması, nasıl hareket etmesi ve nasıl bir baskı uygulaması gerekir?   Tecrit meselesinin kişisel değil, sistemsel bir sorun olduğunu söyleyen müvekkil Öcalan, Türkiye’de demokratik çözüm ve barışı gerçekleştirecek bir siyasi iradenin çıkmadığını, mevcut hükümet ile muhalefet blokunun bunu gerçekleştirecek zihniyet yapısına sahip olmadığını, çözümü gerçekleştirecek üçüncü yolun toplumsal güçlerin demokrasi bloku olduğunu, demokrasiden, demokratik çözüm ve barıştan yana, evrensel hukuka uyumlu demokratik anayasadan yana yüzde seksenlik toplumsal güçlerin demokrasi ittifakını, demokratik anayasa ittifakını sağlaması ve iktidara gelmesiyle demokratik çözüm ve barışı sağlayacak siyasi iradeyi yaratabileceğini ve çözüme ancak böyle gidilebileceğini belirtmiştir.    Öcalan’a “volta attığı” gerekçesi ile disiplin cezası verildiği ifade ediliyor. Öncelikle bu ne zaman yaşandı ve nasıl bir disiplin cezası verildi. Bu konuyu biraz açabilir misiniz?    Bizler disiplin soruşturmasına dâhil edilmediğimiz ve belgelere ulaşamadığımız için bu durumu oldukça gecikmeli olarak öğrenebildik. Bu ve benzeri trajikomik durumları anlamakta ve izah etmekte biz de zorlanıyoruz. Özellikle aile görüşmelerini yasaklama kararlarına kılıf uydurmak için bu türden bahanelere dayalı disiplin cezaları verildiğini, bunların inandırıcı ve gerçekçi olmadığına CPT raporlarında vurgu yapılmakta. Disiplin cezasına gerekçe yapılan spor aktivitesi sırasında volta atma gibi bahaneleri inandırıcı bulmamaktadır. Yani tecride görünürde hukuk kılıfı uydurmak için bu tür bahanelere dayalı disiplin cezaları verildiği anlaşılmaktadır.    Son olarak Uluslararası Öcalan’a Özgürlük İnisiyatifi geçtiğimiz yıl 10 Ekim tarihini “Küresel Öcalan’a Özgürlük Günü” olarak kabul etti. Bu adımı nasıl değerlendiriyorsunuz?   Öcalan’ın İmralı duruşu sadece Türkiye’deki sorunların değil, Ortadoğu ve dünya sorunlarının da çözüm odağı, merkezi konumundadır. Tecrit, bu yolun tıkanması, Türkiye ve Ortadoğu da çözümsüzlük, kriz ve kaos olarak ortaya çıkmaktadır. Türkiye, Ortadoğu ve dünya halkları kendi sorunlarına da çözümün yanıtını Öcalan’ın düşüncelerinde görmektedir. Dolayısıyla Öcalan’ın özgürlüğünü ve sorun çözen düşüncelerine serbestçe ulaşmayı kendi yararına da görmektedir. Bu nedenle Küresel düzeyde böyle bir talep dile getirilmektedir.   MA / Ferhat Çelik