Başkaya: Eko-sosyalizm gerçekliğe dönüşebilir 2021-01-13 09:04:30 ANKARA - Yeni kitabında eko-sosyalist paradigma üzerine tartışmalar yürüten yazar Fikret Başkaya, eko-sosyalizmin özyönetime, ekonomik ve sosyal demokratik planlamaya dayalı bir temel üzerine gerçekliğe dönüşebileceğine dikkati çekti.  Eleştirel düşüncenin temsilcilerinden yazar Fikret Başkaya, yeni yılda “Eko-Sosyalist Paradigma: Komünizme Giden Yol” kitabıyla okurlarıyla buluşuyor. Raflarda yerini alan kitap, Yordam Yayınevi’nden çıktı. Ekolojik çalışmalara verdiği önemiyle bilinen Başkaya, 2019 yılı Mayıs ayında çıkan “Gençlerle Baş Başa: İklim Krizi ve Ekolojik Yıkım” kitabında jeolojik-antropolojik bir tartışma olarak doğan ve günümüzde politik alanda yansımalarını bulan “antroposen-insan çağı” tanımlamasına “ekolojik yıkımın faili insanlık değildir” diye karşı çıkarak, kapitalosen (kapitalizm çağı) kavramına başvurmuş, okları sisteme yöneltmişti.   Bu gedikten çalışmalarını sürdüren Başkaya, ekolojik sorunların mevcut sistem içinde neden çözülemeyeceğini ve aynı zamanda sosyal mahiyetteki sorunların ekolojik yıkımdan ayrı tutulamayacağını ayrıntılı bir şekilde ele alıyor.   Başkaya, oldukça mesafeli olduğu ilerlemeci tarih anlayışına da karşı da kitabında bir bölüm ayırdı. İlerlemeci tarih üzerinden ilerleyen paradigmanın vaatlerini yerine getirmediğini ifade eden Başkaya, “İşe düşünce tartımızı değiştirmekle başlamamız gerekiyor” diyor. Başkaya, “özyönetim” kavramını ele alarak, “Eğer komünist toplum perspektifine endeksli bir ‘sosyalist geçiş süreci’ olacaksa, özyönetim vazgeçilmezdir” noktasında duruyor.   Başkaya, eko-sosyalist paradigma üzerine Mezopotamya Ajansı’nın (MA) sorularını yanıtladı.   Eko-Sosyalist paradigmadan başlarsak, genel karakteri nedir? Sizin eko-sosyalizm tanımınızın Löwy ve Kovel’in tanımından ne farkı var?   Eko-sosyalizm, Marksizm’in temel ilkelerinden ve kazanımlarından hareket eden ama Marx sonrası Marksizmlerin ve reel sosyalizm denilenlerin büyümecilik, üretimcilik, verimlilik, üretkenlik ve teknoloji saplantısından arınmış bir sosyal, politik, ekonomik, ekolojik, etik paradigma demektir… Eko-sosyalizm tahlile ekolojiyi dahil ediyor ve kapitalizme özgü ‘piyasacı mantık’ dahilinde ekolojik yıkımın, iklim krizinin üstesinden gelinemeyeceği tespitinden hareket ediyor. Şimdilerde insanlığın yüz yüze geldiği sorunlar kapitalizmin sınırsız büyüme dinamiğinin ve eğiliminin sonucu… Kapitalizm sınırsız büyüme dinamiğine sahip ama bu dünyanın kaynakları sınırlı…   Eko-sosyalizm, özyönetime, ekonomik ve sosyal demokratik planlamaya dayalı bir temel üzerine bir gerçekliğe dönüşebilir. Söylemek istediklerimin özü itibariyle Löwy’in, Kovel’in, Daniel Tanura’nın tezlerinden farklı değil.   İkincisi, kapitalistler, kapitalist işletmeler üretimin ve tabii tüketimin doğaya verdiği zorunlu zararları dikkate almıyorlar.  Alırlarsa kâr oranı düşer, kâr kitlesi küçülür. Kapitalizm sadece sosyal kötülükler üretmiyor, ekolojik yıkıma da neden oluyor. Ve bir zaman geliyor, kapitalizmin kendini yeniden üretme ritmiyle (hızıyla), doğanın kendini yenileme ritmi (hızı) arasında bir uyumsuzluk ortaya çıkıyor.  Şimdilerde olan işte bu.  Eko-sosyalizm ekolojiyi önemsiyor ve onu bir temel kaygı sayıyor. Marx sonrası Marksizmlerin ve ‘reel sosyalizm’ deneylerinin ekoloji diye bir kaygıları yoktu. Eko-sosyalizm bir tür kızıl-yeşil birliği demek. Eko-sosyalizm, özyönetime, ekonomik ve sosyal demokratik planlamaya dayalı bir temel üzerine bir gerçekliğe dönüşebilir. Aslında benim söylediklerim, söylemek istediklerimin özü itibariyle Löwy’in, Kovel’in, Daniel Tanura’nın tezlerinden farklı değil.   Eko-sosyalizmin özyönetimi varsaydığını söylüyorsunuz. Murray Bookchin ve Josip Broz Tito’nun özyönetim anlayışından ve pratiğinden bir farkı var mı?   Özyönetimin bir tanımı, bir tarifi var. Özyönetim demek, insanların üretim ve tüketim, kararlarını özgürce, birlikte verdiği, yaşamlarını kendi özgür iradeleriyle belirledikleri bir yaşam tarzına gönderme yapar. Elbette uygulamada bazı farklılıklar ortaya çıkabilir. Mesela bağımsızlık sonrası Cezayir’de, Tito Yugoslavya’sındaki özyönetim deneyleri arasında farklılıklar vardı. Bugün artık yapılan hatalardan ders çıkarmak gibi bir avantaja sahibiz.    Kitabınızın ilk sayfalarında “ilerlemeci paradigmanın vaatlerinin gerçekleşmediğini ve sorunların kapitalizm dahilinde çözülemeyeceği” tespitleriniz dikkati çekiyor. Bu noktada Karl Marks’ın ortaya koyduğu ve ilerlemeci olduğu gerekçesiyle bazı noktaları eleştirilen tarih anlayışını da eleştiriyor musunuz? Eko-sosyalist paradigma bu noktada nasıl ayrışıyor?   Marx sonrası sol hareket, ilerlemeyle bilimsel teknolojik gelişme arasında doğru yönde bir ilişki olduğu tespitinden hareket ediyordu. Eğer ilerleme somut olarak özgürleştiriyorsa, insanın kendini gerçekleştirmesini, emansipasyonunu mümkün kılıyorsa, sosyal gelişmeyi, sosyal refahı gerçekleştiriyorsa, insanı ‘yabancılaşmadan’ arındırıyorsa, gerçek bir ilerlemeden söz edilebilirdi. Aksi halde neyin, kimin ilerlemesi sorusu akla gelir. Teknolojinin gelişmesi üretimin artması neden bir ilerleme sayılsın? Kapitalist toplumda teknolojik gelişme, daha çok üretmenin, daha çok kâr etmenin, sermayeyi büyütmenin hizmetindedir. Aslında büyüyen sermayedir ve o da ancak sosyal ve ekolojik sorunları büyütme pahasına mümkün oluyor…   Solun tarihsel olarak kapitalist moderniteyi sorun etmediği” ve “özyönetime dayalı demokratik bir işleyişin şeyleri rayına oturtabileceği” gibi tespitler kitabın sadece derinlemesine çözümleme gücünü değil, güncel politik atmosferle olan bağını da ortaya koyuyor. Türkiye’de, devletin oldukça kriminalize ettiği ve anlamından kopardığı bir “özyönetim” kavramı var. Türkiye halkları açısından bu kavramlar ne ifade etmeli ve sol bu kavramlara nasıl yaklaşmalı?   Eğer komünist toplum perspektifine endeksli bir ‘sosyalist geçiş süreci’ olacaksa, özyönetim vazgeçilmezdir. Komünizm insanlığın vazgeçilmez ütopyasıdır ve ütopyası olmayan bir toplum, ideali olmayan bir insan mümkün değildir.   Özyönetim, yaşanabilir bir dünya için vazgeçilmezdir. Özyönetim demek, insanların neyi, neden, nasıl üreteceklerine, yaşamlarını nasıl düzenleyeceklerine kendi ‘ortak iradeleriyle, demokratik ilkeler gereği olarak karar vermeleri demektir. Kimsenin dışardan bir dayatmasının söz konusu olmadığı bir yönetim ve yaşam tarzı demektir. Eğer komünist toplum perspektifine endeksli bir ‘sosyalist geçiş süreci’ olacaksa, özyönetim vazgeçilmezdir. Komünizm insanlığın vazgeçilmez ütopyasıdır ve ütopyası olmayan bir toplum, ideali olmayan bir insan mümkün değildir. İnsan toplumları ezen-ezilen, sömüren-sömürülen, emreden-emir alan eşitsiz ilişkisi ortaya çıktığı dönemden beri eşitlik, özgürlük, haysiyet mücadelesini hiçbir zaman bırakmadılar. Bu yüzden, insanlığın tarihi sınıf mücadelelerinin tarihidir denmiştir.  Türkiye’deki halk düşmanı rejim neyi lânetlemiyor, kriminalize etmiyor ki özyönetim talebi bundan muaf olsun. Önümüzdeki dönemde komünist toplum perspektifine endeksli özgürlük, eşitlik, haysiyet ve sosyalizm mücadelesinin büyüyeceğinden hiç kuşkum yok. Zira, burjuva uygarlığı bu güzel gezegeni artık yaşanmaz bir yer haline getirmiş bulunuyor.  İnsanlara teklif edebileceği bir şey yok. Rıza üretme, gönüllü kabullenme, başka türlü söylersek, ideolojik hegemonya üretme yeteneği aşınmış bulunuyor.     Sıklıkla bahsettiğiniz “uygarlık krizi” artık kapitalist sistemin 1970’ler sonra içine girdiği krizi aşan bir durum mu? “Uygarlık krizi”, “varoluşsal krizi” gibi tanımlamalar bazı sosyalist çevrelerce de benimseniyor. Fakat kapitalizm bir varoluş krizi içinde ise bu yeni bir ekonomizm üretmez mi, yani kapitalizmin kendiliğinden yok olup gideceği anlayışı doğurmaz mı?   Kapitalist dünya sisteminin bugün içine sürüklendiği durumu, artık ‘kriz’ kelimesi karşılamıyor. Sistem bir çöküş sürecine girmiş bulunuyor. Zira kriz, normal durumdan veya genel denge durumundan bir sapma demektir ama geri dönüşü de ima eder. Oysa çöküş, geri dönüşün mümkün olmadığı eşiğin aşılmasıdır. Tabii bir yanlış anlamayı da bertaraf etmek gerekir. Birincisi, sistem kendiliğinden sahayı terk etmez, ‘benden bu kadar’, ‘bana müsaade’ demez. Tam tersine yaralı domuz daha tehlikelidir denmiştir. Her türlü vahşeti, barbarlığı dayatmaktan asla sakınmaz. Onunla hesaplaşmak, etkin mücadele yöntem ve araçları yokluğunda süreci lehe çevirmek mümkün olmaz. Ve ikincisi, bir sosyal sistemin, bir üretim tarzının, bir uygarlığın tarih sahnesinden çekilmesi bir canlının ölümüne benzemez. Zamana yayılmış bir süreç, bir eğilim olarak tezahür eder. Bak bakalım Roma İmparatorluğu ne kadar zamanda sahneden çekilmiş. Nitekim, dekadans kavramı Roma’nın zamana yayılmış çöküşünü ifade etmek amacıyla üretilmiştir.     Bu krizde “Eko-Sosyalist Paradigma” ya da “Ekolojik Paradigma” nasıl bir rol oynayacak?   Eko-sosyalist paradigma, sorunun nihai çözümü demek değil ama çözüme giden yolun başlangıcı, o yolun aralanması anlamındadır. Ortada bir sürdürülemezlik, bir yıkım tablosu var. Eğer İnsanlığın ve uygarlığın geleceğini tehdit eden, tehlikeye atan bir durum ortaya çıkmışsa ki maalesef çıktı. Durup onu seyredecek misin? Bu dünyada bir şeyler oluyorsa, mutlaka birilerinin ‘bilinçli eylemi’ sayesinde mümkün oluyor. İrade bir tek bu dünyayı yaşanamaz bir yer haline getirenlere mahsus bir şey mi? Bu süreçten zarar gören sınıflar, ezilen-sömürülen geniş halk kitleleri, yeryüzünün lanetlileri, şimdilerde yüzde 99 denilenin bir irade ortaya koyma yeteneği yok mu? Ellerimiz daha ne zamana kadar armut toplamaya devam edecek?    Bir kere bir şeyin bilinmesi gerekiyor: Hala dünyayı bu hale getirenlerden çözüm bekliyor olmak tam bir aymazlıktır. Kitapta da yazdığım gibi işe düşünce tarzımızı değiştirerek başlamak gerekiyor. Kafayı değiştirmeden, bir şeylerin seyrini değiştiremezsin. Aslında sorun o kadar da zor ve karmaşık değil. Eğer bu lânet olası kapitalizm, bu ‘sermaye uygarlığı’, insana ve doğaya zarar vermeden yol alamıyorsa, yapılacak şey belli: Üretim ve yaşam araçlarını, yaşam kaynaklarını mülk sahibi sınıfın elinden alıp, asıl sahiplerine iade edeceksin. Toplumdan çalınanı asıl sahibine vereceksin. Kapitalizm bidayetten itibaren herkesin olan, olması gereken müştereklerin kapitalist sınıf tarafından çalınmasıyla, gasp edilmesiyle var oluyor, yol alıyor. Dolayısıyla bir düzeltme operasyonu gerekiyor. Sosyal kötülükleri bertaraf edecek, ekolojik sınırları ve dengeleri gözetecek demokratik bir ekonomik, sosyal, ekolojik planlamayla işe başlayacaksın, üretimin yönünü insandan ve doğadan tarafa döndüreceksin.   Eko-sosyalist mücadelenin yeni öznelerinden de bahsediyorsunuz. Kadın ve genç hareketinde, Arap baharında ve Kürt hareketinde ekolojik paradigmayı gördük. Bu işin öznesi kimlerdir?   Neo-liberal kapitalist/emperyalist sistemin işleyişinden küçük bir sömürücü, ayrıcalıklı, azınlık, yerel ve küresel oligarşilerden başka memnun olan var mı? Kapitalizm insanları üretmek ve yaşamak için gerekli araçlardan mahrum ederek yol alabilen bir sistem, tuhaf bir uygarlık. Başka türlü söylersek, kapitalizm sürekli proleter üreten, her seferinde daha çok üreten bir makine gibi işliyor. Dar bir oligarşi ve çevresi dışında kalan dünyanın kahir ekseriyeti artık sistemin işleyişinden zarar görüyor. Hızını artıran ekolojik yıkım ve iklim krizi denilen insanları kaygılandırıyor, tedirgin ediyor. Ekolojik duyarlılık her geçen büyüyor ve bu umut verici. Bir kere ekolojik hareketler başlıca öznelerden biri, ikincisi dünyayı doyuran kadınlar. Şimdilerde kadınlar ‘erkek-egemen’ düzene, patriyarkaya ve kapitalizme karşı ayakta. Üçüncüsü de gençler. Zira bunak kapitalizmin onlara teklif edeceği bir şey, bir gelecek yok. Greta Thunberg’in çağrısı üzerine iklim krizine, ekolojik yıkıma karşı milyonlarca genç sokağa çıktı. Tabii bu üçü ayağa kalkmışken, işçi sınıfının duyarlılığının artması da beklenebilir. Bütün bunlar ortak bir perspektif ve programla sahneye çıktıklarında şeylerin seyri hızla değişmeye başlar.     Artık kapitalist sistemin değer üretemediği, sistemin iç (finans) ve dış (ekolojik) sınırlara dayandığını, sistemin canlı olan ne varsa metalaştırdığını kabul edersek, o halde kapitalist büyümenin sınırları nerededir?    Bütçe ve hazine de yağmalanıyor, talan ediliyor. Ülkenin tarihinde görülmemiş bir işsizlik, açlık, yoksulluk ve sefalet ortamına sürüklenmesinin bir nedeni de bu.   Kapitalizm büyümeden varlığını koruyamaz. Fakat artık yeteri kadar büyüyemiyor. Sınırlı büyüme de hormonlu. Başka türlü söylersek, sistem yeni değer, artı-değer, fazla değer yaratmakta zorlanıyor. Burada onun mekanizmasını anlatmam mümkün değil ama bu kendi iç sınırına dayanması demek. İkincisi de ekolojik sınırla ilgili. Ekolojik dengeler hızla alt-üst oluyor ve bu ikisinin diyalektiği bir sürdürülemezlik durumu ortaya çıkarıyor. Aslında söylemek istediğime AKP Türkiye’si iyi bir örnek olabilir. Sermaye bildik-geleneksel alanlarda değer üretemiyor. Çareyi doğayı, müşterekleri yağmalamakta, talan etmekte, canlıyı metalaştırmakta görüyor. Aslında sadece küstahça, utanmazca doğa tahrip edilmiyor, ekolojik temel aşındırılmıyor, bütçe ve hazine de yağmalanıyor, talan ediliyor. Ülkenin tarihinde görülmemiş bir işsizlik, açlık, yoksulluk ve sefalet ortamına sürüklenmesinin bir nedeni de bu. Artık kapitalist tanımını da değiştirmek gerekecek. Bilindiği gibi, kapitalist ‘risk’ alandır aynı zamanda. Fakat bizde şu lânet olası yap-işlet-devret, yap-kirala-devret, Kamu-Özel İşbirliği (KÖİ), bütçenin ve hazinenin utanmazca yağmalanması, talan edilmesiyle yol alıyor. Bu yolla kapitalistler maaşa bağlanmış oluyor ama aldıkları maaş bizim bildiğimiz maaş değil. Bu durumun insanları utandırması gerekmiyor mu? Bir toplumun insanları insan havsalasının alamayacağı böyle bir kepazeliğe neden isyan etmez?   Türkiye değil de bölge ve dünya genelinde bakmak gerekirse, eğer egemen blokların rıza ya da “gönüllü kölelik” üretme, dayatma yeteneğinin aşıldığını söylüyorsanız ve güç egemenlerde değilse, bu noktada ezilenler neden kolektif politik özne olamıyor?    Hasım tarafın artık eskisi gibi rıza, gönüllü kabullenme veya aynı anlama gelmek üzere hegemonya üretemez duruma gelmesi, karşı hegemonya anlamına gelmez. Top sizin ayağınızdaysa ama nereye atacağınızı bilemiyorsanız, henüz sizin için daha alınacak yol var demektir. Egemen cephenin hegemonya zaafı sadece bir avantajdır. Ancak eleştirel bilinç ve mücadele büyütülerek durum lehe çevrilebilir.    Mevcut sisteme ve gidişata itiraz eden muhalif siyasi partiler, sivil toplum örgütleri ve sendika gibi yapılanmaların çoğu, sorunun çözümünü “üretileni eşit paylaşmak ve sosyal adaletin sağlanması” fikrini beyan ediyor. Bu kesimlerin verili itirazlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?   Eğer kuraklık artar, çölleşme büyürse, bu açlık demektir. Onun için vakitlice eko-sosyalist paradigmayı hayata geçirmek gerekiyor.    Öyle bir yaklaşım XIX’uncu yüzyılda ve XX’inci yüz yılın ilk on yıllarında bir şey ifade ediyordu ama bugün değil. Zira denkleme artık ekolojik veçhe de eklenmiş bulunuyor. İklim krizi derinleşir, ekolojik denge hızla bozulurken, insanlığın ve uygarlığın geleceği riske girmişken, sadece sosyal kötülükleri sorun eden bir mücadele asla yeterli olmaz. Kitapta da yazdığım gibi, sosyal sonunlar ekolojik sorunlardan bağımsız değil. Eğer kuraklık artar, çölleşme büyürse, bu açlık demektir aynı zamanda. Onun için vakitlice eko-sosyalist paradigmayı hayata geçirmek gerekiyor. Ne ile cebelleştiğini bilmek önemlidir denecektir…   Ortaya koyduğunuz, daha önce de bazı hatlarıyla tartışmaya açılan söz konusu paradigmaya “ütopiklik” eleştirileri yapanlar olacaktır. Eleştirilere nasıl cevap verirsiniz.  Sizinle daha önceki sohbetlerimiz de ‘ütopyası olmayan bir toplum, ideali olmayan insan olamaz’ diyordunuz. Kitabınız şair Bertolt Brecht’ten “Mücadele edenin kazanması kesin değildir ama mücadele etmeyen daha baştan kaybetmiştir” alıntısıyla bitiyor. Bu noktada gelecek eleştirilere nasıl karşılık vereceksiniz?   Benim için ütopya bugün olmayan ama ilerde olabilendir. Pejoratif, olumsuz anlamda bir ütopya anlayışına asla itibar etmem. Önce hayal etmeyi bileceksin ki önün açılsın, yolun açılsın. Kavramın olumsuz, pejoratif anlamında ütopik olan eko-sosyalist bir geçiş süreci değil, bunak kapitalizmden hala medet ummaktır. Bugün ulaşılan durum, aslında buradan nereye gidilebileceğinin ‘öncüllerini’ de içeriyor. Ne olmadığı ne olabileceğini de ima eder.  Kapitalizmle ve sosyalizm arasında üçüncü bir çıkış, başka bir paradigma önerebilen var mı? Kimileri yeni teknolojilere bel bağlamış. Harikalar yaratan modern teknolojiler bugüne kadar hangi sorunu çözdü de sistemi, içine sürüklendiği çöküş tablosundan çekip çıkaracak.  Alternatif önerisi olan bulsun, söylesin. Nafile hezeyanlar, miskin zırvalıklarla hangi sorunu çözülebilir?     MA / Selman Güzelyüz