Demirer: Kürt sorununda rapora değil, somut adıma ihtiyaç var 2020-08-15 09:17:08 ANKARA - Türkiye’deki siyaset biçimini “askeri olmayan generallere” benzeten Doç. Dr. Yücel Demirer, bu aralar Kürt sorununu dile getiren liderlerin çıkışını “yetersiz” görerek, “Faşizm döneminde her şeye ihtiyacımız var ama çözüm örgütlü mücadeleden ve sokaktan geçiyor” dedi. Türkiye siyasetinde son dönemlerde sıcak gelişmeler yaşanıyor. Eski siyasi aktörlerden oluşan yeni parti temsilcileriyle başlayan “Kürt sorunu” söylemi, CHP’nin 37’nci Kurultayı’nın ardından siyasetin gündemine oturdu. Kürt sorununa ilişkin söylemler başta olmak üzere Türkiye siyasetinde yaşanan gelişmeleri Siyaset Bilimci Doç. Dr. Yücel Demirer ile konuştuk.    Türkiye siyasetinde sıcak gelişmeler yaşanıyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nun kurultay sonrası “Kürt sorununu çözme” sözü, peşi sıra Muharrem İnce’nin çıkışı, Devlet Bahçeli’nin Meral Akşener çağrısı, Tayyip Erdoğan’ın “hak vermesi”, AKP’den kopan Ali Babacan ve Ahmet Davutoğlu’nun Kürt sorununu dillendirmesi vs. Siyasette neler oluyor, gidişatı nasıl okuyorsunuz?    Türkiye'de ciddi bir siyasi aktör krizi var. İçerisinde özellikle mesajlarını dile getiremeyen, sıkıntılarının çözüm arayışının nerede olacağını bilemeyen kitlesel bir hal ve duruş var. Bu karmaşa hali var.   Verdiğiniz özel özet bile aslında bize çok şey söylüyor. Çok yoğun gelişmeler olmasına rağmen bir yanıyla bizi gülümsetecek bir yanıyla da bizi rahatsız edecek kadar aktör var. Bu aktörlerin içinde ise mağdurlar, Kürtler, yoksullar, ezilenler yok. Bunların içerisinde özellikle ana akım siyasi partiler ve bu siyasi partilerin içinden kopanlar ya da kopmaya niyetlenenler var. Bir kere bu dalganın altının çizilmesi gerekiyor. Türkiye'de ciddi bir siyasi aktör krizi var. İçerisinde özellikle mesajlarını dile getiremeyen, sıkıntılarının çözüm arayışının nerede olacağını bilemeyen kitlesel bir hal ve duruş var. Bu karmaşa hali var. Türkiye siyasi hayatının en temel bileşenlerinin, en tarihsel meselelerinin temsilcileri yok. Onun için evet, çok şey oluyor ama bu olanlar içerisinde en önemli eksiklikleri fark etmemiz gerekiyor.   Bu eksiklikler neler?   Öncelikle ideolojik ve politik çizgiler. İdeolojik duruşlar, politik çizgiler tabi ki değişebilir ve dönüşebilir. Ama özellikle az önce bahsettiğiniz Adalet ve Kalkınma Partisi'nden kopan ve bunlardan doğan siyasi çevrelerin her şeyden önce gelinen noktada daha önceki dönemin, daha önce bulundukları, işgal ettikleri yerin hesabını vermesi gerekiyor. Özellikle kullandığım kavramların kimilerine çok sert gelebilir ama biz bir tür literatürü unuttuk. Nedir? Artık sınıf kavramını kullanmıyoruz, sınıf çatışması kavramını kullanmıyoruz. Giderek içinde Kürt geçen kelimeler, kavramlar, cümleler demeçler azaldı. Özellikle bahsettiğiniz aktörlerin her şeyden önce bir özeleştiri, her şeyden önce bir sadeleşme ve bir eleştiriye tabi tutulmaları gerektiğini düşünüyorum.   Siz de belirttiniz, bu aktörler zamanında çözümsüzlükle adlandırılan, hatırlanan aktörler. Söz konusu siyasilerin Kürtler konusundaki söylemleriyle birlikte Kürt sorununa yaklaşımları ne olur?   Kürt meselesi öyle bir mesele ki; bu derece ve bu büyüklükteki bir meseleye bu kadar sırt dönmek, bu kadar yok saymak belki dünya tarihinde çok eşine az rastlanan bir olgu. Geniş siyasi bir yelpazede, genel kabul bulan bu yok sayma hali ile yüzleşilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu mesele aslında Osmanlı'nın çözülmesi sonrası kurulan Cumhuriyet’ten bu yana devam ediyor. Şöyle bir örnek vermek istiyorum. Bazı aile sırları vardır ya; herkes bilir ama yok gibi davranılır. Ben Kürt meselesini, Ermeni Soykırımı’nı bu türden meseleler içinde sayıyorum. Aslında bütün ağırlığıyla o meseleler oradadır. Hayatın her alanına etki ederler ama her şeye rağmen yok sayılırlar. Bugün Kürt meselesi hele de Ortadoğu coğrafyasında Kürt Özgürlük Hareketi’nin son on yıl içerisinde aldığı ve geldiği pozisyon itibariyle değerlendirirsek, yok sayılması mümkün değildir. Buna rağmen Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde ciddi bir yok sayılma hali var. Bu bir siyasal tercih, bir siyasal yoksunluk, bir siyasal körlük değil, ben bu tabunun topyekûn yok sayma hallerini, sosyal ve siyasal hayatı etkileyen sonuçları olduğunu düşünüyorum. Bugün Türkiye'nin toplumsal yapısındaki birtakım krizlerin hukukun yok olmasının, toplumsal hayattaki birtakım dinamiklerin eksikliğinin bu topyekûn yok saymayla bağlantılı görüyorum.  Bugün özel alandan, siyasal hayattan, sendikal mücadeleden, sosyal mücadelenin her boyutuna topyekûn göz kapamanın çok geniş etkileri olduğunu görüyoruz.    Kendilerini yeniden var etmeye çalışan siyasi partilerin bu tür çıkışlarıyla bir çözüm ortaya çıkar mı?    Türkiye'de bol miktarda general var, herkes yönetmeye aday, herkes akıl vermeye, herkes raporları yazmaya aday ama bu çıkışların sürükleyecek kitlesel dinamikleri ve bağlarını çok eksik görüyorum.   Biraz genelden özele doğru gidersek; tarihin sorun biriktiren ve sorun çözen dönemleri olduğunu düşünüyorum. Bugün Türkiye'nin içinde bulunduğu çok önemli eksiklikleri yalın bir dilde ve cesurca ifade etmeden konuşmamız mümkün değil. Nesnesi olmayan bir müzakereci dille bir ittifaklar politikasıyla bunun çözülebileceğini düşünmüyorum. Türkiye'deki siyaset yapma biçimini askeri olmayan generallere benzetiyorum.  Yani Türkiye'de bol miktarda general var, herkes yönetmeye aday, herkes akıl vermeye, herkes raporları yazmaya aday ama bu çıkışların sürükleyecek kitlesel dinamikleri ve bağlarını çok eksik görüyorum.   Siz sorunun çözümünü nasıl görüyorsunuz?   Bu dönemin her şeyden önce krala çıplak diyen bir cesaret dönemi olduğunu görmek gerekiyor. Bugün Erdoğan Türkiye'sinde artık rejim tartışmaları yaparken, faşizme yüzünü dönen bir dönemden bahsettiğimizi açıkça söyleyebilmeliyiz. Türkiye'de hukukun olmadığını, Türkiye'de adliye binalarının gösterişinin arttıkça hukukun kalitesinin yerle bir olduğunu konuşabilmeliyiz. Öncelikle durumu, koşulları, çelişkileri herhangi bir dolaylı örtülü, müzakerecilik, tırnak içinde barışçılık söylemlerinden ziyade yalın bir biçimde konuşmak gerekiyor.    CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “Kürt sorununu demokratik çerçevede çözme sözü veriyorum” dedi. CHP’nin Kürt sorunu kapsamındaki son çıkışlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?   Türkiye'de birtakım kavramların ömrü dünyadaki örneklere göre çok daha az. Örneğin CHP’de Kürt meselesi denildiğinde hemen üçüncü kelime rapor oluyor. Biliyorsunuz CHP tarihinde birçok Kürt raporu var. Bunlardan yazıldığı dönemde cesur ve etkili olanlar da var. Ama ben bugün Türkiye'de CHP'nin ya da herhangi bir muhalefet partisinin ‘yaparız’ dediği bir rapor tarifini hiç geçerli bulmuyorum. Bugün demokrasinin eksi düzeyine indiği örneklerinin yaşandığı bir süreçte Ankara'da yayımlanan bir raporun, İstanbul'da yapılan bir toplantının, Kürt meselesine yönelik bir açıklayıcı özelliğinin olduğunu düşünmüyorum. Böyle olmaması içinde daha açık seçik liderlerin bölgeye gittiği, somut meselelere müdahil olduğu, Kürt halkına sahip çıktığı yani bunu sadece yazılanla çizilenle yapmadığı bir söyleme ihtiyaç var. CHP’nin bir partiden ziyade bir cephe olduğunu düşünenlerdenim. Partiymiş gibi davranıyoruz ama bildiğiniz gibi özellikle CHP'ye oy verenler içerisinde hemen MHP'ye oy vermeye hazır ya da oraya çok yakın duran bir kesimden bahsedilir. Daha merkezci bu eskinin şimdi faal olmayan adalet partisi söylemine çok yakın bir başka kesim, işte sol sosyalistler dinsel ya da etnik azınlıkların değişik versiyonlarının olduğu bir başka duruş vardır. Bu bağlamıyla çok zor.  Bu zor sularda dengeyi bir müzakereci ve ortacılık üzerinden kurmaya çalışan CHP’nin Kürt meselesinin de bir olumlu çıkış ve sonuç üreten bir şey yapılabileceğini düşünmüyorum. Ama şunu söylemeyi de çok isterim keşke yapabilse ama onun CHP'den gelebileceği konusunda çok iyimser değilim.   CHP eski yöntemler ve çözümlerle iktidar olamayacağının farkında değil mi sizce? Kürt sorununa geleneksel yaklaşan CHP’nin iktidar olamayacağı herkesin malumu…   Siyaset bilimcilerin çok sık kullandığı belki de bir kaçamak olan bir cümleyi kullanacağım ama kaçamak olsun diye değil. Tarihsel bir dönüm noktasının arefesindeyiz. Nedir? Kovid-19 pandemisi. Tüm dünyayı alt üst etti. Artık hiçbir şey daha önceki dönemdeki gibi olmayacak. Artık toplantı düzenleri değişti, büyük şirketler hatta gazeteler ana merkez binalarını kapatıp, tamamen çevrimiçi online uygulamalara geçtiler. Böyle olduğunda siyasetin yapılma biçimi de değişti. Siyasetin temel dinamikleri de değişti. Etkinlik hali de değişti. Artık siyasal aktivite, siyasal eylem, siyasal enerji, siyaseten kopmak ya da cesur olmak dediğimiz zaman bugün. Bugün belli bir konuda bir tweet atmak bile cesaret işi. Bu bağlamda tüm siyasetin yeniden tanımlandığı, tanımlanmak zorunda olduğu bir dönemden geçiyoruz.   Bu çıkışların olumlu anlamda pozitif anlamda Kürt halkına verebileceği bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bunu söylemek de aslında bana düşmez ama Kürt halkının bu iki çıkışı ciddiye alacağını da tahmin etmiyorum.    Gelecek Partisi Genel Başkanı Ahmet Davutoğlu ve DEVA Partisi Genel Başkanı Ali Babacan için de aynı şeyi söyleyebilir miyiz? Son dönemlerde özellikle Babacan ve Davutoğlu, Kürt sorununa yönelik söylemler geliştiriyor. Onların yaklaşımını nasıl görüyorsunuz?   Türkiye’de söylem, gerçeklik ve eylem arasında çok ciddi açıların olabildiği bir ülke durumunda. Bu aktörlerin iktidarda son derece etkili ve yetkili pozisyonlarda olduğu dönemlerde, kırımlar, ölümler, katliamlar yaşandı ve yaşatıldı. Öncelikle bunların açık seçik konuşulması gerekiyor. Davutoğlu hatta Babacan halkların geleceğini, sosyal ve siyasal yeniden kuruluşunu konuşurken; temiz yüzü iyi eğitiminden ziyade eleştiri ve öz eleştiri mekanizmasıyla bunu yapabilirler. Bu bağlamda da bu çıkışların olumlu anlamda, pozitif anlamda Kürt halkına verebileceği bir şey olduğunu düşünmüyorum. Bunu söylemek de aslında bana düşmez ama Kürt halkının bu iki çıkışı ciddiye alacağını da tahmin etmiyorum.    HDP’li yetkililer, Kürt sorunu konusunda en küçük adımı bile değerli gördüklerini, ancak söylem değil somut adımların önemli olduğunu dile getiriyor. HDP’nin bu söyleminden yola çıkarak, Kürt sorununun çözümü için nereden başlamalı ve ne yapmalı?   Bildiğiniz gibi Kürt Özgürlük Hareketi’nin birden fazla aktörü var. HDP bunlardan bir tanesi. Ancak bu aktörler arasındaki dirsek teması genel belirleme ilişkisi de bütüne bakmayı gerektiriyor. Bugün Türkiye sınırları içerisindeki HDP’nin faaliyetleri, Ortadoğu bağlamındaki bir Kürt siyasal varlığının bütün olarak dikkate alınmadan çözümlenmesi eksik olur. Sadece Türkiye’ye odaklanarak yapılan Kürt tespitleri eksik olur. Bir siyasal aktör meselesinin son derece net bir biçimde oluşturulması gerekiyor. İktidar partisinin insafına bırakılmış bir siyaset zemininden ziyade, Türkiye’de yerleşmiş olan sol, sosyalist her türden Kürt özgürlüğüne ve özgürlüğe bağrını kulağını açmış duruşlarla birliktelik gerekiyor.   Buradan belki şu eleştiride yapılabilir. Bugün iktidarın yanı sıra aralarında HDP’nin de yer aldığı tüm muhalif özgürlükçü kesimlere de ‘kral çıplak’ demek lazım. Biz çoktan beri bir atalet, yorgunluk ve durgunluk içerisinde bazı şeyleri karıştırdık. Mesela barış. Barış çok güzel bir kavram ancak özgürlük getirmeyen bir barışın anlamını olmadığını çoktan unuttuk. Eşitlik, adalet, kardeşlik getirmeyen, aşağılanma içeren bir barış çok da istediğimiz bir şey olmadığını unuttuk.   Bu noktada ne öneriyorsunuz?   Ne olduğumuzu tarif edemediğimiz bu süreçten çok belki de ne olmadığımızı tarif ederek başlamak gerekir. Faşist, baskıcı değiliz. Erkek egemen bir toplum özlemiyoruz. Herkesin anadilinde konuşabildiği, anadilinden utanmadığı, çocuğuna Kürtçe iyi bir geleceği olsun diye öğretmekten sakınmadığı, herkesin özgürce istediğinin elini tutabildiği bir ülke özleminde; ne olmadığımızı söylememiz gerekiyor. Bugün HDP’nin karşı karşıya kaldığı bir zulmün, bakın baskı demiyorum. Çünkü baskınında modern bir tanım aralığı var. HDP’nin hakkının verilmesi konusunda mutabık kalalım. Bunun ötesinde toplumsal muhalefetin canlı olduğu, değişik kesimlerden mazlumların yan yana gelerek, bir hak arama mücadelesi içerisindeki bir ittifak kurmaya uygun görece demokratik ve hukuki değerlerin bu kadar ayaklar altına alınmadığı bir dönemin dili şu an HDP’de yok. Bugün artık sahiden en küçük hak arama faaliyetlerinin bile adliyede, zindanlarda son bulduğu bir dönemde, bu gerçekliğe uygun bir dil oluşturulmalıdır. HDP’nin liderleri, kadroları, parti meclisleri var ama en azından sürdürülmekte olduğu bu siyasetin artık yürümeyeceği görünüyor.    Siyasetteki son gelişmeler için “seçim kapıda” yorumları yapıldı. Son tüm seçimlerin işaret fişeği olan Devlet Bahçeli 2023’ü işaret etti ama sizin öngörünüz nedir?   Türkiye’de Erdoğan rejimi savaşla, baskıyla, hukuku ele geçirerek sürdürdüğü manipülasyon biçimlerine bir de seçimler ve siyasal normal varmış gibi mekanizmaları da kullanırlar. Bunu bir alet çantası gibi düşünün.   Seçim denildiği zaman burjuva siyaset bilimindeki kitaplarda ‘halkın iradesini yansıttığı, halkın dönem dönem düzenli aralıklarla siyasal iradesini yansıttığı fikir belirtme’ gibi klasik seçim tanımları var. Artık dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi Türkiye’de de böyle bir durumla karşı karşıya değiliz. Macaristan’da, Belerus’ta, Rusya’da, Brezilya’da hatta kısmen Meksika’da ve Türkiye’de artık seçimler ‘halk iradesini yansıtsın’ diye yapılan oylamalar değil. Makro siyasal iktidarın varlığını korumak ve pozisyonunu korumak için hesapla kitapla kullandığı manipülasyon biçimi. Öncelikle burada anlaşmamız gerekiyor. Bu süreci böyle okursak, bu soruya net bir yanıtta verilemeyeceği anlaşılır. Türkiye’de Erdoğan rejimi savaşla, baskıyla, hukuku ele geçirerek sürdürdüğü manipülasyon biçimlerine bir de seçimler ve siyasal normal varmış gibi mekanizmaları da kullanırlar. Bunu bir alet çantası gibi düşünün. O alet çantası içerisindeki dominant, otoriter, faşizme yüzünü dönmüş rejim iktidarını sağlamlaştırmak için ne gerekiyorsa onu yapacaktır. Bu belki Libya açıklarında petrol arama olacaktır, belki Ege sularında yeni bir arayış ya da yeni bir seçim olacaktır. Onun için bu konuda bir tarih vermek doğru değil.   İkincisi de bizim bir paradigmasal dönüşüme ihtiyacımız var. Özellikle CHP çevresinde ve bunun düşünsel hegemonyası altında düşünenlerde şöyle bir yanlışlık söz konusu. Sanki Türkiye demokratik bir ülkeydi, demokrasiden son 10-20 yılda bir sapma var. Son 10 yıllık sapmadan yeniden doğru olana, normale geçiş için ilerliyoruz. Bu paradigmanın çok sorunlu olduğunu düşünüyorum. 15 Temmuz Darbe girişimi ardından ilan edilen OHAL ile birlikte emniyet ve orduda yapılan teşkilatlanmalarla siyasal şiddete de bağrını açan bir durum var. Gerek seçim meselesine gerek Türkiye’nin gidişatına yönelik her ne kadar sosyalist, sol, özgürlükçü muhalefet buna çok hazır olmasa da normal meşru kabul edilen muhalefet biçimlerinin dışına kitlelerin zorlandığı bir döneme doğru yaklaştığımızı düşünüyorum.    Hemen hemen açıklanan tüm anket şirketlerinin verilerine göre, AKP her geçen gün kan kaybediyor. AKP-MHP’nin Cumhur İttifakı, bu erimenin önüne geçmek için Millet İttifakı’nı dağıtmak mı istiyor? Bahçeli’nin Akşener çıkışını nasıl okumak gerekiyor?   2002 yılından bu yana Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerini, seçim dönemindeki politikaları ve kitapçıklarını karşılaştırma şansınız olursa, hükümet politikalarında, söylemlerinde birbirinden neredeyse çok farklı duruşlar sergilediğini göreceksiniz. Bunun Türkiye’nin siyasi tarihinde AKP öncesinde de olan ve kemiklerimize işlemiş popülizmin bir sonucu. Bugün bir güncellik, akışkanlık ve yüzeysellik var. Türkiye siyasetinin bu temel dinamiğinde iki şeye karar verilmesi gerekiyor. Ya biz de bu güncellik ve yüzeyselliğe kendimizi kaptıracağız ve bu tür bir siyaset içinde ayakta kalmaya çalışacağız. Bunu çok iyi yapanlar olduğunu düşünüyorum ki bunu özgürlükçü muhalefete ve sosyalistlere yakışmadığını düşünüyorum.   Türkiye’nin bilgi hiyerarşisinin yükseldiği bir ortamında pek az şeyi biliyoruz. Bugün biliyorsunuz herhangi bir mutabakat ve ittifakta resmen tarihi imzalanmış bir AKP-MHP koalisyonundan bahsedemezsek de belli devlet kurumlarının, belli bakanlıkların, belli pozisyonların ve bölüşmenin yapıldığını biliyoruz. İYİ Parti ve toplumsal kitle alanına bizim görmediğimiz alanda ne öneriliyor ne yapılıyor. Ya da bu öneri ile önerilmenin ötesinde bir itibarsızlaştırma hamlesi mi var? Bunu bilmiyoruz. Bahçeli düzeyinde bir ekonomi profesörü ve partili liderinin çöküş halindeki iktidara İYİ Parti lideri Akşener’in gelmeyeceğini bilmeyeceğini düşünmüyorum. Bahçeli’nin bu çağrıya Akşener’in ‘evet’ diyeceğini sandığını da düşünmüyorum. Onun için burada değişik mekanizmaların, görmediğimiz ittifakların ya da geleceğe yönelik yatırımların etkisi olduğunu düşünüyorum. Özellikle Türkiye siyasetinde bir hafta sonra unutulacak olaylar üzerinden siyaset yapmanın yaygın olduğu bir siyaset geleneğimiz var. Özellikle bu son birkaç yılda ekonominin çöktüğü, hukukun ortadan kalktığı basına artık yandaş kelimesinin dahi eksik kaldığı bir teslim alma sürecinde bu bir doldur boşalt, söylemsel işgal, söylemsel göz kapama meselesi var.  Bahçeli’nin çağrısı, İnce’nin çıkışı kitlelerin gözünü bağlayan yapay bir hareketlilik olarak düşünüyorum.   Yapay hareketliliğe ihtiyaçları olduğu için mi?   Evet, çünkü öyle gidiyor.   Meral Akşener, “Evine dön” çağrısına “Parlamenter sisteme dönülmesi” şartını öne sürdü. İyi Parti Millet İttifakı’nın yumuşak karnı mı?    Dikkatinizi bir şeye çekmek isterim, Ne Türk Tipi Başkanlık Sistemi’nin belirlenmiş net bir sınırı var ne de onun karşısında konulma iddiasında olan güçlendirilmiş parlamenter sisteminin net bir sınırı var.   Dünyada başka bir örneği olmayan Türk Tipi Başkanlık sistemi denilen bir garabet var. Bu açıkçası ne bir başkanlık sistemi ne bir yanıyla bütünlüklü bir fren ve denge mekanizması içeriyor. Bu bir garabet, sahiden bir yanıyla belki de bundan yıllar sonra edebiyatın komedi unsurlarıyla konuşulacak bir mesele. Gerek Meral Akşener’in kullandığı gerekse de başka liderlerce kullanılan ‘güçlendirilmiş parlamenter sistem’ diye bir kavram. Dikkatinizi bir şeye çekmek isterim, Ne Türk Tipi Başkanlık Sistemi’nin belirlenmiş net bir sınırı var ne de onun karşısında konulma iddiasında olan güçlendirilmiş parlamenter sisteminin net bir sınırı var. Bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum. Buradaki yumuşak karın meselesi ise daha çok niyetler beyannamesi gibi ifade edilen bir garip durum. Diğer yandan da Meral Akşener’in bir ittifakın yumuşak karnı olup olmadığına gelirsek, belki de yumuşak karın olması konusunda bir imaj üretmek için kullanılan bir yaklaşım. Bunu bize kullandırmak için tarihsel arka planlar mevcut. Bugün Türkiye’de söylenilenler ve yazılanlar üzerinden okuyamayacağımız bir siyaset yapma biçimi belirdi. Bir zamanlar çok ısrarla yapılan ama şimdi ortadan kalkan muhtar toplantılarına ne oldu? Muhtar toplantılarında Türkiye ne yaptı, ne kayboldu? Türkiye’de çok ciddi simgesel siyaset enflasyonu var ve bu bağlamda da söylenenin doğrudan kelime kavramı üzerinden değerlendirilmesi yanında ve ötesinde onu diğer söylemlerle bir araya koyan büyük fotoğrafa bakan bir dile ihtiyaç var.    Peki, Muharrem İnce  “1000 günde memleket hareketi” ile neyi hedefliyor?   İnce’nin ne olduğuna bakmadan önce İnce’nin ne olmadığını konuşursak daha iyi olur. İnce’nin 4 Eylül çıkışıyla ilgili yaptığı konuşmada herhangi ideolojik, politik bir çıkış metin işareti görmedik. Bir itiraz gördük, kadrolarından bahsetti. Söylemsel düzeye sıkışmış bir niyetler beyannamesinden bahsetti. Yanılmayı çok isterim ama CHP tarzı siyaset yapma biçimi ile paralel biçimde yine kişi, söyleme, kırgınlıklar, parti kongresinden oturtulan koltukların beğenilip/beğenilmemesi ekseninde işleyen bir siyaset göreceğimizi tahmin ediyorum.   Yüzünü faşizme dönmüş bir rejimin baskısı altında bunalmış bir halde pek çok ezberimizi unuttuk. Siyasi sürecin aktörlerinin, siyasal bir süreçte söylenen bir söyleminden ziyade, o söylemi ifade edecek yürütecek, hayata geçirecek aktörü aramayı unuttuk. Bu bağla da AKP’den kopan ve kendi partilerini kuran lider adayları gibi Muharrem İnce’nin de bu tür bir çıkışın ürünü olduğunu düşünüyorum.    Muhalefetin mevcut pozisyonu ve gelişmeler karşısındaki duruşu sürekli eleştiri konusu oluyor. Son dönemlerde en somut ve yapıcı öneri 101 Aksaçlı’dan geldi ve onu destekleyen 404 Yurttaş’tan. Muhalefete çağrıları çok netti: “Demokratik İttifak.” Şu ana kadar bu çağrıya en sıcak bakan HDP. Muhalefetin diğer partilerinden henüz bir ses gelmedi. Demokratik İttifak çözüm mü?   Baskıcı, otoriter bir dönemde demokrasi arayışı içerisindeki hiçbir mücadelenin küçümsemek mümkün değil. Ben bu imzalar ile metinlerin imzalanmasını hepsini ayrı ayrı değerli buluyorum ama söz, imza ve irade ile ifadenin ötesinden somut olarak elini taşın altına koyan, koşturan bir siyaset yapma biçiminin yeniden hatırlanması gerektiğini düşünüyorum. Toplumsal yaşam son tahlilde bilgisayar klavyeleri önünde değişmiyor, kitap masa başında değişmiyor; sokaklarda, fabrikalarda, tarlalarda değişiyor. Özellikle de muhalefet dediğimiz şeyin artık buralardan aranması gerektiğini düşünüyorum. Bugün beni heyecanlandıran şeyler birkaç yüz tanede olsa da fabrika önlerinde dağıtılan bildiriler. 20-30 kişinin katıldığı belki çok büyük bir baskı ile dayak kötek ile sönümlense de bir HDP il, ilçe binası önünde yapılan açıklama beni çok heyecanlandırıyor. Bugün risk alan, sorumluluk üstlenen, elini taşın altına koyan ve bunu mutlaka yapmaya gayret eden bir dirençliğe ihtiyaç var. Faşizm döneminde her şeye ihtiyacımız var ama çözüm örgütlü mücadeleden ve sokaktan geçiyor.   Bugün risk alan, sorumluluk üstlenen, elini taşın altına koyan ve bunu mutlaka yapmaya gayret eden bir dirençliğe ihtiyaç var. Faşizm döneminde her şeye ihtiyacımız var ama çözüm örgütlü mücadeleden ve sokaktan geçiyor.    Muhalefet ve iktidar seçim ittifakları kapsamında gündem oluştururken, HDP ise kalıcı bir demokrasi ittifakından yana. HDP’nin durumunu ve yaklaşımını nasıl değerlendiriyorsunuz?   Sorduğun teknik soruya teknik bir yanıt vermek gerekir. Hepimizin biraz basını izleyenlerin gördüğü gibi örneğin; bir İYİ Parti destekçisi ve üyesi ile HDP’linin aynı adaya oy verdiği seçimler gördük. Liderlik düzeyinde bugün herkesin gördüğü gibi İYİ Parti-HDP’yi, HDP-İYİ Parti’yi zorda bırakacak bir söylem geliştirmiyor. 2020’nin sonlarından 2023’e doğru geçen dönemin son derece aktif ve enerjik bir dönem olacağını düşünüyorum. CHP’nin ayak sesleri olan Kürt meselesine ilişkin yazacağı rapor bana sorarsanız yazılmış klasik bir rapor olmak dışında 2023 seçimlerinde oy sandığına gidecek Kürtlük bilinci olan seçmene gönderilecek bir mektup olarak düşünüyorum. Tam anlamıyla ne tür mektuplar gideceğini bilmediğimiz için bütünlüklü bir yanıt vermek mümkün değil. Devlet Bahçeli’nin sağlık sorunlarından tutun; Selahattin Demirtaş’ın bir muhtemel tahliyesi gibi pek çok etkenin belirleyici olacağı bir döneme yaklaşıyoruz ve Türkiye’de yaşayan seçmen bilinçli oy veriyor. Hele ki Kürt seçmeni tarihte belki dünya üzerinde en bilinçli seçmen tiplerinden biri. Onun için HDP’ye oy verenlerde bir düşme olacağını düşünmüyorum. Bu tabi ki hiç kimsenin garantide olan bir siyasi panaroma olarak değerlendirmemek gerekir. İYİ Parti Genel Başkanı Meral Akşener’in CHP İzmit Merkez İlçe Belediye Başkanının açılış törenlerine CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu ile birlikte katılması, DEVA Partisi’ne Akşener’in yaptığı ziyarette olduğu gibi bunların hepsi 2023’e doğru bir hazırlık. Sizin dile getirdiğiniz ‘Seçim ne zaman olur?’ sorusu için bu söylemlerle seçimin ila ki 2023’e kalır düşüncesi içermiyor. Her ne zaman olacaksa seçime doğru bir toparlama faaliyeti var.   Son olarak AKP iktidarının izlediği dış siyaseti nasıl değerlendiriyorsunuz? Özellikle son dönemdeki Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz çıkışları, Diyanet İşleri Başkanı’nın Ayasofya’da kılıç çekmesi gibi…   Türkiye siyasetinin içinde geçtiğimiz dönemi ve bundan sonraki dahil popülizm kavramıyla anlaşılacak. Bu dönemde nasıl bir siyaset yapıldığı konuşulurken etkenlerin başında popülizm gelecek. Türkiye’nin dış siyasi politikasında uygulamaların büyük bir bölümünün iç tribünlere yönelik olduğunu düşünüyorum. Burada özellikle sıkıştırılmış gündelik kredi kartı borcu içinde bunalan, gündelik hayatın insana özgü en temel hazlarının mesele haline getirildiği, en sıkışık durumda Diyanet İşleri Başkanı’nın minbere kılıç ile çıkarak bir gösteri sergilediği karmaşa içinde bu fetihçi eski güzel günler hatırlatmalarının kitlelerin ruhunu bir derece soğuttuğu düşünülüyor. Bunların Türkiye dış siyasetinde aslında iç siyasetteki kitlelerin manipülasyonu şeklinde yapıldığını düşünüyorum. Yoksa son derece yalnızlaşmış Türkiye’nin en yakın olduğu ülkeler olarak saydığımız örneğin onu pek çok siyasi sorundan kurtaran Rusya ile Libya’da uzlaşamaması, Irak ya da Ortadoğu coğrafyasında ABD ile pek çok ayrımı olduğunu, Ege sularında AB’nin onaylamadığı pek çok şey yaptığını biliyoruz. Bunu herhangi bir rasyonellikler açıklamak mümkün değil, olsa olsa bir halk avcılığı, demagojik bir yaklaşım.   MA / Berivan Altan - Selman Güzelyüz