Tarık Ziya Ekinci: Kürt sorunu Türkiye’de demokratikleşmenin öznesidir

img

İSTANBUL - Türkiye’nin güncel krizlerini Kürt sorununa Abdullah Öcalan’ın 2013’te yaptığı açıklama çerçevesinde bir çözüm getirilmemiş olmasına bağlayan siyasetçi Tarık Ziya Ekinci, "Kürt sorunu çözülmeden Türkiye’de ne demokrasi olur ne hukuk devleti kurulur ne de barış tesis edilebilir” dedi. 

PKK Lideri Abdullah Öcalan, 8 yıl aradan sonra geçen ay avukatları ile görüştü. 2 Mayıs’ta yapılan görüşmeden sonra Asrın Hukuk Bürosu avukatları, Öcalan ve İmralı’daki diğer 3 tutuklunun göndermiş olduğu mektubu kamuoyuyla paylaştı. Mesajında Öcalan, “toplumsal uzlaşı, demokratik siyaset, demokratik müzakere ve onurlu barış” konularına dikkat çekti. Bu görüşmenin ardından 22 Mayıs’ta da avukatlarıyla görüşme yapan Öcalan yine aynı noktalara işaret etti.
 
Öcalan’ın kamuoyu ile paylaştığı 7 maddelik deklarasyonuna ilişkin sorularımızı yanıtlayan Kürt siyasetçi-yazar Tarık Ziya Ekinci, avukatların 8 yıl boyunca müvekkilleri Öcalan ile görüştürülmemesinin hukuka aykırı olduğunu söyledi. Öcalan’ın Kürt sorununun derinlemesine bir görüşme ve içtenlikli bir müzakere ile çözülebileceğini işaret ettiğini belirten Ekinci, Türkiye’nin bugün darboğazda olmasının önemli nedenlerinden birisinin 2013’te Öcalan’ın yaptığı o açıklama çerçevesinde Kürt sorununa bir çözüm getirememiş olmasına bağladı. Öcalan’ın 2013’te demokrasiyi temenni ettiğini belirten Ekinci, Öcalan’ın mesajında Türkiye’nin barışa kavuşması, huzura kavuşması, her türlü şiddetin ortadan kalktığı demokratik bir düzen haline gelebilmesi için neler yapılması gerektiği konusunda görüşünü açıkladığına işaret etti.
 
PKK Lideri Abdullah Öcalan 8 yıl aradan sonra 2 Mayıs 2019’da avukatlarıyla görüşebildi. 8 yıl boyunca Öcalan’ın avukatlarıyla görüştürülmemesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
 
Abdullah Öcalan’ın 8 yıl boyunca hem avukatlarıyla hem de yakınlarıyla görüştürülmemiş olmasını son derece olumsuz buluyorum. Bu hukuka, anayasaya, evrensel hukuk prensiplerine aykırı bir davranıştır. Bir insan tutuklu da olsa, mahkûm da olsa onun temel hakları vardır. Bu haklardan birisi de yakınlarıyla düzenli şekilde görüşebilmek ve avukatlarıyla görüşüp günün koşulları hakkında kendisiyle ilgili konuları onlara iletebilmesidir. Öcalan’ın 8 yıl boyunca bundan mahrum tutulması son derece yanlış bir davranıştır. Bu davranışı tasvip etmediğimi söylemek istiyorum.
 
Peki, Öcalan avukatları aracılığıyla ifade ettiği mesajları genel olarak göz önünde bulundurduğumuzda nasıl bir okuma yapmak gerekir?
 
Öcalan 2013’te yaptığı konuşmayı bugün yeniden gündeme getiriyor. Türkiye’de Kürt sorununun çözümü demokratik yoldan ve her türlü şiddet dışlanarak çözülebilinir. Buna bağlı olarak Kürt halkının istekleri ve temennileri göz önünde bulunduracak şekilde bir anlaşmanın yapılması artık zaruridir. Öcalan buna vurgu yapıyor. Kürt sorununun derinlemesine bir görüşmeyle ve içtenlikli bir müzakere ile mutlaka çözülebileceğini ifade ediyor.
 
Avukatlar Abdullah Öcalan’la 2 Mayıs’ta yaptığı görüşmeden sonra Öcalan ve yanında bulunan diğer tutukluların imzasıyla bir deklarasyon yayınladı.  Bu 7 maddelik deklarasyonun maddelerinde birisi içinden geçtiğimiz süreçte “derin bir toplumsal uzlaşmaya” ihtiyaç olduğu maddesiydi. Öcalan’ın söz ettiği “derin toplumsal uzlaşı” nedir?
 
Öcalan, “toplumsal uzlaşı” derken, 2013’te söylediklerini tekrar vurguluyor. Uzlaşmanın derin olmasının anlamı ise izlenecek olan politikanın kalıcı olmasıdır. Öcalan, bundan sonra izlenecek politikanın artık devletin temel politikası haline gelmesini arzu ediyor. Kürt sorunu Türkiye’de demokratikleşmenin öznesidir. 
 
Öcalan, “toplumsal uzlaşı” derken, 2013’te söylediklerini tekrar vurguluyor. Uzlaşmanın derin olmasının anlamı ise izlenecek olan politikanın kalıcı olmasıdır. Öcalan, bundan sonra izlenecek politikanın artık devletin temel politikası haline gelmesi, bir daha güvenlikçi politikalara dönülmemesi, Türkiye’de Türk halkının, Kürk halkının, toplumun ve devletin benimseyeceği derin bir politikanın olmasını arzu ediyor. Yine gündelik, saatlik bir politikanın geçerli olamayacağı anlamına gelen bir açıklama yapıyor. Bir politika uyguluyorsun. Bugün böyle diyorsun ama yarın değiştiriyorsun. Yok, böyle bir şey… Çözüm için köklü, hatta anayasaya geçecek olan, derinlemesine bir politikanın kesin olarak benimsenmesi şart.
 
Türkiye’nin uzun yıllardır çok önemli bir meselesi var. O meselede Kürt sorunudur. Türkiye bugün darboğazda olmasının önemli nedenlerinden birisi de 2013’te Abdullah Öcalan’ın yaptığı o açıklama çerçevesinde Kürt sorununa bir çözüm getirilememiş olmasına bağlıyorum. Eğer o gün Kürt sorunu çözülmüş olsaydı, Türkiye’nin demokrasisi gelişmiş olsaydı, Türkiye uluslararası alanda evrensel hukuka saygılı ve aynı zamanda Avrupa Birliği normlarına uygun bir ülke haline gelseydi, bugün alabildiğine kredi alabilecek, ekonomik sorunlarını rahatlıkla çözebilecek, her türlü problemin üstünden gelebilecek bir ülke olurdu. Türkiye’nin bunu yapmamış olması, güvenlikçi politikaları seçmiş olması, baskıyı bir yürütme politikası olarak kullanmayı prensip haline getirmesi, basının tümünü denetim altına alması, her türlü özgürlüğü ortadan kaldıracak bir devlet politikasını benimsemesi Türkiye’nin bugünkü ekonomik, sosyal, siyasal sıkıntılarının nedenleridir. Kürt sorunu Türkiye’de demokratikleşmenin öznesidir. Kürt sorunu çözülmeden Türkiye’de ne demokrasi olur, ne hukuk devleti kuralları tesis işletilebilir ne de barış tesis edilebilir.
 
Öcalan yeni bir sürece başlanması konusunda durduğu yer olarak 2013 Newroz Bildirgesi'ni işaret etti. Üzerinden 6 çatışmalı yıl geçmesine rağmen hala aynı noktada olduğunu ifade etmesinin anlamı nedir?
 
Öcalan 2013'te ne söylemişse bugün de aynı şeyi söylüyor. O gün ne düşünmüşse bugün hala onların gereğinin yerine getirilmesinin mümkün olduğunu söylüyor. Ben bunu makul ve doğru görüyorum. Öcalan karşı taraf farklı bir görüş benimsemesine rağmen bugün de aynı görüşte olduğunu ifade ediyor.
 
Dünyanın ve Türkiye’nin şartlarında bir değişikliğin olmadığını ifade ediyor. Şartlar aynı şekilde devam ettiği için çözümün de bu şartlar, bu esaslar içinde yürütülmesi gerektiğini söylüyor. Çünkü o gün ne söylemişse bugün de aynı şeyi söylüyor. O gün ne düşünmüşse bugün hala onların gereğinin yerine getirilmesinin mümkün olduğunu söylüyor. Söylemek istediği budur. Ben bunu makul ve doğru görüyorum. Gerçekten Türkiye’de köklü bir değişiklik olmadı. Türkiye’nin siyasi hayatında, Türkiye’nin demokratik hayatında bir düzelme olmadı. Düzelme bir yana daha çok geriye doğru bir gidiş var. Öcalan o gün demokrasiyi temenni etmiş, o gün her türlü şiddetin artık bir çözüm aracı olmadığını ifade etmiştir. Öcalan karşı taraf farklı bir görüş benimsemesine rağmen bugün de aynı görüşte olduğunu ifade ediyor. Çünkü başka çözüm yolu yoktur. Başka türlü bir çözüm dayatmanın hiç kimseye yararı yoktur. Şiddetten, baskıdan ve genel olarak güvenlikçi politikalardan bir sonuç almak mümkün değildir.
 
Türkiye çözüm sürecini bitirerek, her türlü demokratik müzakere yollarını kapattıktan sonra tecrit politikasını esas almak suretiyle yeniden güvenlikçi bir politikaya dönüş yaptı. Ama Abdullah Öcalan’ın politikasında bir değişiklik olmadı. İktidarda bulunan siyasi partinin temsilcileri de 2013’te yapılan açıklamayı tasvip etmişlerdi. Dolmabahçe toplantısında hükümeti, devleti temsil eden zevatın ve HDP temsilcilerinin huzurunda ortak bir politika benimsenmiş ve bunun hayata geçirilmesi için mutabık kalınmıştı. Ama Recep Tayyip Erdoğan ani bir politika değişikliğine karar verdi. Dolmabahçe mutabakatı reddedilerek yeniden güvenlikçi politika ile birlikte tecrit politikasına dönüldü. Ama Abdullah Öcalan 6 yıl aradan sonra dahi ‘Benim 2013’te söylediklerim hala geçerlidir. Türkiye gerçekten Kürt sorunun çözmek istiyorsa, Türkiye’ye barışı getirmek istiyorsa benim koyduğum bu esaslar çerçevesinde hareket etmesi gerekiyor’ diyor. Öcalan’ın önerisi budur. Bu görüşün dışında Türkiye’ye huzur ve barışın gelmesinin imkânı yoktur.
 
Deklarasyonun maddelerinden birisi de Türkiye’nin ve bölgenin içinde bulunduğu sorunların “fiziki şiddet araçlarıyla değil, yumuşak güçle” çözülebileceği vurgusuydu. Öcalan “yumuşak güç” derken neyi kastediyor?
 
Yumuşak gücün anlamı şudur: Her türlü silahlı mücadeleden ve şiddetten uzak, karşılıklı konuşmak, müzakere etmek ve tarafların yekdiğerini dinleyerek ortak bir görüşte uzlaşmalarıdır. Siz beni ben de sizi dinleyeceğim. Eğer beni dinlemeden bana sadece bir tek görüşü empoze etmeye kalkarsanız bunun adı politika olmaz. Bu yöntemle çözüm de bulunamaz. Çözüm mutlaka karşılıklı görüşmeyle olur. "Ben devletim, benim iradem bunu gerektiriyor, bu iradeyi sana empoze ederim" diye düşünülüyorsa yapılacak öneri ile beni baş tacı dahi yapsa kalıcı bir çözüm sağlanamaz. Tek taraflı bir öneri geçerli değildir. Sorunları mutlaka görüşerek, konuşarak, anlaşarak,  birbirini ikna ederek çözüme varmak lazım. İkna etmeden dayatılan en iyi güncel çözüm bile bence geçerli değildir. Yürütmenin tek başına ortaya koyduğu en mükemmel çözüm önerisi bile siyaseten şayanı kabul değildir. Çünkü bu bir ihsandır, bir lütuftur. Her zaman geri alınabilir. Bugün verdiğini yarın alırsın. O halde çözümde esas, barışta esas karşılıklı müzakeredir, görüşmedir, birbirini derinlemesine anlayabilmek ve ortak bir çözüme varmaktır. Dünyayı, Ortadoğu’yu ve Türkiye’yi anlayarak sorunları ortak bir anlayış içinde müzakere edebilmektir.. Yumuşak güç bütün bunları hesaba katarak yapılan barışçı bir görüşme ve anlaşmadır.
 
 Deklarasyonda, Kuzey Suriye’ye yönelik de mesajlar içeriyordu. Öcalan’ın, Kuzey Suriye ile birlikte Ortadoğu’ya ilişkin söylemlerini nasıl okumak gerekir?
 
 Dikkat edin Türkiye’nin gündemini bu kadar meşgul eden İstanbul seçimlerine ilişkin tek bir kelime ağzından çıkmadı. Türkiye, Ortadoğu ve dünya politikasına bakarak ortaya koyduğu ilkelerle güncel bir seçim stratejisi arasında bağ kurmak istememiş ve kendisinin seçimlerde bir araç olarak kullanılmasını arzu etmediğini yansıtan bir duruş sergilemiştir.
 
Türkiye’de devleti elinde tutan güçler Suriye hududunda kendisini rahatsız edecek oluşumlara karşı aşırı bir hassasiyet içindedir. Bunu büyüterek kamuoyuna da yansıtmaktadır. Öcalan, bu hassasiyetleri dikkate alarak Türkiye’yi rahatsız etmeyecek, Suriye’nin siyasi bütünlüğüne, hudutlarına saygılı olacak biçimde bir politika izlenmesini tavsiye ediyor. Yalnızca Türkiye’nin değil diğer ülkelerin de hassasiyetlerini göz önünde bulundurmakta yarar olduğuna dikkat çekiyor ve bunu tavsiye ediyor. Dikkat edin Türkiye’nin gündemini bu kadar meşgul eden İstanbul seçimlerine ilişkin tek bir kelime ağzından çıkmadı. Bu, çok da isabetliydi. Çünkü bir siyasi parti görevidir. Parti içinde bulunduğu o günkü somut koşulların gereği olarak nasıl bir karar vermesi gerektiğini kendisi bilir. Öcalan çok daha geniş bir çerçeve içerisinde Türkiye, Ortadoğu ve dünya politikasına bakarak ortaya koyduğu ilkelerle güncel bir seçim stratejisi arasında bağ kurmak istememiş ve kendisinin seçimlerde bir araç olarak kullanılmasını arzu etmediğini yansıtan bir duruş sergilemiştir. Diri ve akıllıca bir duruştur. Seçimle ilgili tek kelime söylememiştir.
 
 Hem Öcalan hem de devlet cephesinde yapılan açıklamalarda yapılan görüşmenin bir müzakere süreci olmadığı ifade edildi. Sizce de öyle mi?
 
Abdullah Öcalan 8 yıl aradan sonra avukatları vasıtasıyla kamuoyuna bir açıklama yapıyor. Bu açıklamada Türkiye’nin barışa kavuşması, huzura kavuşması ve ülkede her türlü şiddetin ortadan kalktığı demokratik bir düzenin kurulması için neler yapılması gerektiği konusunda görüşünü açıklıyor. Bu görüşün temelini de Kürt sorunu oluşturuyor. Dolayısıyla Kürt sorununa ilişkin yetkili bir kişi olduğu inancıyla bu açıklamayı yapıyor. "Bu açıklamayı yapmak benim sorumluluğumdur" diye düşünüyor ve bu açıklamayı yapıyor. Ama bu bir müzakere değildir. Müzakere başlangıcı da değildir. Bunun bir müzakere temeli olarak da öne sürülmesi son derece yanlıştır. Bu sadece kamuoyunun beklentisidir.
 
2013’te açıklanan deklarasyona çokça değindik. Peki, o dönemde ne gibi hatalar yapıldı ve o süreç neden bitirildi?
 
Dolmabahçe mutabakatının başında Sayın Erdoğan vardı. Bundan vazgeçilerek yeniden güvenlikçi politikalara başvurulması sonucu süreç bitirildi. Yoksa Dolmabahçe görüşmesinde her şey son noktaya gelmiş, karşılıklı olarak üzerinde görüşülecek metin defaatle elden geçirilmiş, tartışılmış, konuşulmuş, son şeklini almıştı. O noktada iken Sayın Erdoğan ani bir kararla “Ben böyle bir anlaşma tanımıyorum, Dolmabahçe mutabakatı yapılmış değil, masa falan da kurulmuş değildir” diyerek barış görüşmelerine son verdi. Halbuki masa yapılmıştı. O masada kimin nerede oturacağı bile belirlenmişti. Alınan karar son derece önemliydi. Bu, devletin barış politikasının temelinden değiştiği anlamına geliyordu. Devletin o güne kadar yürüttüğü demokratikleşme politikası birdenbire terk edilmiş ve yapılan her şey yok sayılıyordu. Basında kullanılan ifadeye göre “barış masası devrilmişti.” Sayın Erdoğan neden böyle bir şey yaptı? Bilmiyorum. Ama sürecin bitirilmesinde derin devletin etkisinin olduğu söylentisi var. Demek ki Türkiye’de iktidarda bulunan meşru hükümetin dışında önemli sorunlara, zaman zaman, müdahale eden ayrı bir güç vardır. Kürt sorununun çözüm noktasına geldiği bir aşamada Erdoğan’ın birden bire masayı devirmesi "derin devletin" almış olduğu kararla yaşama geçirilmiş olduğu söylentisi devam ediyor. Derin devlet yoktur demeye benim de gönlüm razı değil. Kendisi görünmüyor ama fiili belirtileri var. Çünkü masayı devirmenin bir gereği yoktu. Ortada hiçbir neden de yoktu. İki polisin öldürülmesi neden gösterildi. Ama bu polislerin öldürülen katiller hiçbir zaman bulunamadı, kim oldukları anlaşılamadı. İşte bunlar derin devletle ilintili sorunlar olarak karşımıza çıkıyor.
 
Öcalan gönderdiği mesajların tüm demokrasi güçlerine olduğunu ifade ediyor. Bu tutumuna karşı; “tüm çevrelerden nasıl bir karşılık verileceğini 30-40 gün sonra anlarız” diyor. Öcalan, 30-40 gün sonra anlarız derken neyi kastediyor?
 
Ben basında böyle bir tartışma okumadım. Ama bazı demokrat liberal aydınların kendi görüşlerini açıkladıkları ve Kürt sorununun nasıl çözülmesi gerektiğine ilişkin yazılar çıktı, çıkıyor. Ancak Öcalan’ın açıklaması üzerine yaygın bir değerlendirme, yaygın bir tartışma maalesef olmadı. Neden tartışma yok? Çünkü hükümet hala güvenlikçi politikalarda ısrar ediyor. "Kürdistan diye bir bölge yoktur" demekte ısrar ediyorlar. Meclis iç tüzüğüne de buna uygun bir madde koyuyorlar. Kürdistan, Lazistan ya da benzer bir ifadenin kullanılmasını bölücülük olarak telakki ediyorlar. Milletvekillerinin kürsüde Kürdistan demesini dahi suç sayıyorlar. Hatta 31 Mart seçiminin öncesinde de bu tekrarlandı. Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Benim ülkemde 'Kürdistan diye bir bölge yok. Irak’ta Kürdistan var. Çok istiyorsanız oraya gidin" dedi.
 
Hükümetin henüz kamuoyunda bu sorunun tartışılması, görüşülmesi konusunda açık bir irade beyanı yok. Hala güvenlikçi politikada direniyor. İktidarın güvenlikçi politikada direnmesinin temel nedenlerinden birisi de MHP ile yaptığı ittifaktır. MHP ile bu ittifak devam ettiği sürece “Kürt sorununun yumuşak bir anlayışla görüşüp konuşulması kolay kolay gündeme gelmez.” Yürürlükteki güvenlikçi politikalarla en basit bir yazıdan bile teröre yandaşlık yapma anlamı çıkarmak mümkündür. İnsanlar konuya ilişkin yazı yazdı diye mahkûm oluyor. Yıllarca cezaevinde kalabiliyor. Dolayısıyla herkes ağzından çıkan sözleri kontrol ederek ifade edebiliyor. Onun İçin Abdullah Öcalan’ın beklediği tarzda kamuoyunda bir tartışılmanın yapılması ve 30-40 gün içerisinde bir görüşün belirmesi ya da güçlü bir iradenin ortaya çıkması söz konusu değildir.
 
Erdoğan 31 Mart seçimleri öncesi "Kürdistan yok" dedi. Ancak İstanbul Büyükşehir Belediye Başkan Adayı Binali Yıldırım "Kürdistan mebusu" açıklaması yaptı. Bunu nasıl görüyorsunuz?
 
Bu çelişkili konuşmalar küçük hesaplara dayalı çıkar amaçlı konuşmalardır. Bu tür açıklamalarda samimiyet aramak ve bunları yeni bir politikanın unsuru olarak değerlendirebilmek için Recep Tayyip Erdoğan’ın çıkıp "Türkiye’de Kürdistan bölgesi vardır. Orada Kürtler yaşıyor ve onların da vatandaş olarak kimi demokratik hakları ve temel insan hakları vardır. Bu haklara saygılı olmak, bu hakların gereğini yerine getirmek lazımdır" diye bir açıklama yapması gerekir. Böyle bir açıklama yapılmadığı takdirde Binali Yıldırım’ın yaptığı açıklama havada kalır. Benim için hiçbir anlam ifade etmez. Bunu bir politika değişikliği olarak görmek mümkün değildir. Hele MHP bu açıklamadan hiç memnun olmadı. Artık HDP olduğu müddetçe Recep Tayyip Erdoğan’ın tek başına iktidara gelmesi mümkün olmadığı kesin olarak biliniyor. Bir müttefike ihtiyacı olduğu açıktır. Bu müttefik ya MHP olacak ya da HDP... AKP’nin iktidarını sürdürebilmek için bir müttefike ihtiyacı vardır. O müttefik kimdir? 
 
Kimi Kürt politikacılar AKP ile ittifak kurmadığı için "HDP politika yapmasını bilemedi" diyorlar. HDP’nin, barış müzakereleri dönemde Erdoğan’a "Biz senin başkanlığını tasvip ediyoruz. Senin başkan olman için elimizden geleni yapacağız. Senin politikanı sürdürme yolunda her türlü desteği vereceğiz diye açıklama yapması gerekirdi" diyenler var. Oysa bu tarzda bir açıklama yapmak politika yapmak değil, aksine teslim olmak, boyun eğmektir. Anlaşarak ittifak yapmak istediğiniz takdirde ise karşılığında özerklik, anadilde eğitim, kültürel haklar ve benzeri taleplerde bulunmanız gerekir. HDP, MHP’nin AKP’ye verdiği desteği ancak özerklik elde etmek karşılığında verebilirdi. Hiçbir hak istemeden destek sunmak vaadinde bulunması siyasetin doğasına terstir. Ama özerklik talebini kabul ettirmek de mümkün değildi. HDP var olduğu sürece AKP’nin tek başına iktidar olması mümkün olmadığı bilindiğine göre Sayın Erdoğan ya HDP’nin taleplerini kabul ederek onunla ittifak yapacaktı. Ya da başka bir müttefik bulacaktı. HDP’nin taleplerini kabul etmeyi mümkün görmediği için HDP’yi düşman ilan ederek barış görüşmelerine son verdi. İktidarda kalabilmek için başka bir seçenek aradı. Parti içi sorunların zorlaması karşısında MHP kendiliğinden ittifaka talip oldu ve AKP onu seçti. Bunun koşulu da milliyetçiliği benimsemek ve ön plana çıkarmaktı. Sayın Erdoğan siyasetin zorlaması karşısında o zamana kadar geçerli olan partinin dinci politikasının yanına bir de ırkçı milliyetçi bir politikayı monte etti. AKP bugün ırkçı, milliyetçi ve aynı zamanda Sünni İslam’a dayalı bir politika izliyor. Bu politika devam ettiği sürece de MHP destekli AKP’nin Kürt sorununu Abdullah Öcalan’ın temenni ettiği biçimde tartışmaya açmasına izin vereceğine ihtimal vermiyorum. 
 
MA / Ferhat Çelik - Sadiye Eser