Rojbin Perişan: Toprağın Şarkısı bellek kırıma karşı küçük bir direniş halidir

img

DİYARBAKIR - Cizre'de sokağa çıkma yasağı sırasında yaşananları konu edinen "Toprağın Şarkısı"nın yazarı Rojbin Perişan, "Anlamlandırma çabası yeniden yaşayabilme, direnebilme gücünü de cesaretini oluşturur. Kitabım, anlatı geleneğinde olduğu gibi bu çabaya bir katkı yapmaya yöneliktir" dedi.

Bölge kentlerinde ilan edilen yasaklarda yüzlerce kişi yaşamını yitirdi, onbinlerce kişi göç ettirildi, evler, sokaklar, mahalleler, kentler yerle bir edildi. Hastaneye götürülmek istenirken vurulan bebekler, ölen çocuklarını kokmasın diye buzdolabında bekleten anneler, bodrumlarda yakılan yaralılar... Yazar Rojbin Perişan "Toprağın Şarkısı" kitabıyla Cizre'de yaşanan tüm bu süreçleri edebi bir dille okuyucuyla buluşturdu. Güncel tarihi kaleminin zarif tınısıyla edebiyata aktaran Perişan ile "Toprağın Şarkısı" kitabını konuştuk. Yazar Perişan, tutuklu bulunduğu Gebze M Tipi Kadın Kapalı Cezaevi'nden mektup aracılığıyla sorularımızı yanıtladı.
 
* "Toprağın Şarkısı" kitabınızın ana temasını, sokağa çıkma sürecinde diğer kentlerde yaşananları da ötelemeden Cizre'de yaşananlar oluşturuyor. Yazmaya karar verme sürecinizi anlatabilir misiniz?
 
Özyönetim süreçleri yaşanırken çok şey yazılıp çizildi. Destekleyenler oldu, karşı duranlar, saldırganca suçlayanlar, görmezden gelenler kriminalize edenler... Ancak özyönetim kentlerinin tamamen yakılıp yıkılınca o sokaklarda gençlerin, kadınların, çocukların; umutlu, hayalci, kararlı, şen sesleri tamamen susturulduktan sonra toplumun üzerine de sessizlik kurşun gibi çöktü. Devlet şiddetinin sadece direnişçilere değil, direniş mekanlarına, o mekanların yapabileceği tanıklığa da yönelmesi bir o denli korkunçtu. Sur, Cizre, Şırnak, Nusaybin gibi kentlerde direnişin yaşadığı sokaklar, caddeler, evler, tarihsel mekanlar yerle bir edildi. Öyle ki üzerinden geçen buldozerler adeta direnişin belleğini silmeye çalışan bir sembole dönüştü. Yani yalnızca direnişçiler yok etmek değildi dertleri, direnişe ait en küçük bir anıyı, izlenimi, çağrışımı bile yok etmeliydiler. Şiddetin vardığı en uç en pervasız karanlık nokta... O süreçlerde yakalanan gençlere, çocuk yaştakiler de dahil en ağır hapis cezalarının verilmesi de bu karanlık yönelimin bir parçası. "Direnişe nasıl cesaret ettiler"in intikamıydı. Duyguda, düşüncede bile cesaret edilemeyeceğinin hukuki ilanıydı cezalar... Oysa o kentlerde çağın görmezden geldiği Kürt halkının en cesur, en masumane ve en devlet-dışı varoluş hikayesi yaşandı. Karanlığın toplumsal belleği karartma yönelimleri bu yüzdendi. Kitabım bu bellek kırıma karşı küçük bir direniş hali, bir karşı koyuş çabasıdır. Bilinir halk geleneğimizde bir dengbêjlik kültürü vardır. Resmi- yazılı tarihin karşısında duran bir anlatı geleneği aşklar, savaşlar, ihanetler, ölümler, acılar bu anlatı geleneğiyle toplumsal hafızaya katılır ve sürekli canlı tutulur. Bu geleneğin aynı zamanda bir sağaltım yünü de var. O günlerde katıksız saf bir acıydı tepeden tırnağa duyumsadığımız. Bodrum yıkıntıları arasında, Surların gölgesinde, Dicle'nin kıyılarında her birimiz öldüğümüzü hissetmedik mi? O yüzden yeniden yaşayabilme gücü diyorum. Yine karanlık hala devam ediyor. O yüzden, yeniden direnebilme gücü diyorum. Bizden sonraki kuşaklar salt karanlığı tek bir gerçeklik olarak bilmesinler diye. Aslında bu süreci yazmaya iten çok neden var. Belki de en önemlisi, her biri bir ülke olan o güzel direnişçilerin sesi olmaya cesaret edebilmek...
 
* Bizler de gazeteciler olarak Cizre'de yaşananları takip ettik ancak belki de bu denli içeriden bakma şansına sahip olamadık. Siz ise o dönemde hiç orada bulunmamış bir yazar olarak dışarıdan anlatılanlar üzerinden değil, barikatın ardındakilerin dillinden, gözlerinden o günlerde yaşananları aktarıyorsunuz. Böyle bir tercihte bulunma nedeninizi anlatır mısınız? 
 
Biliyorsunuz, ordunun operasyonel güç olarak konumlandığı günlerde direnişin sürdüğü mekanları tecrit edecek yöntemler geliştirdiler; sokağa çıkma yasağı, keskin nişancılar, tankların yerleştirilmesi  bu yöntemlerdendi. Bir bakıma cehennemi bir çembere alındı direnişçiler. Çemberin bu yanı direnişçilere ulaşamayanlar, çaresizce bekleyenler, hiç bir şey olmamış gibi hayatlarına devam edenler, seyredenler yani dünyanın geri kalanıydı. Ve o çember dünyanın geri kalanıyla ayrılan bir sınırdı. Kuşatmanın içinde onlarla birlikte olmak gerekliydi. Özellikle direnişin son günlerini anlatabilmek için bu gerekliydi. Tarihi değiştirmek isteyen "Çağın tanrılarına" kafa tutan o özgür ruhlu direnişçileri, umutlarıyla, korkularıyla verebilmek için sınırın öte tarafına geçmek gerekirdi. Sıradan denebilecek insanların özgürlük uğruna, teslim olmamak, diz çökmemek adına nasıl da büyüdüğünü, kahramanlaştığını göstermek için. Daha farklı bir tercih olamazdı.
 
* Cezaevinden diğer bir tabir ile dört duvar ile dışarıdan izole edilen bir yerde güncel tarihe dair bir roman kaleme aldınız. Bu süreçte ne gibi zorlanmalar yaşadınız? Örneğin bir okur olarak kitap sayfalarında ilerlerken Cizre sokaklarında dolaştığımı hissettim. Daha önceden Cizre'de yaşadınız mı ya da yaşamadıysanız nasıl anlatabildiniz?
 
Onları yeniden yaratırken, onların yaralarını tenimde hissederken şunu hiç unutmamaya çalışıyordum. Diz çökmeyen bir halkın evlatları olarak inandıkları gibi öldüler. Teslimiyet dışında başka bir tercih konulmamıştı önlerine. Onların büyüklüğü ölümü onurlandırmalarıydı.
 
İçeride yazmanın zorlukları her zaman vardır. Üstelik yıllardır içerideyseniz... Özyönetim direnişleri yaşanırken; "Tutsaklık ülkeye varamamaktır" demiştim. Televizyon ekranlarından, gazetelerden takip edip ölümler, yıkımlar karşısında hiç bir şey yapamamak, annelerin çığlıklarını gözyaşlarını izleyip çare olamamak... Sanırım o duyguları anlatmak hiçbir zaman kolay olmayacak. Cizre'yi yazmaya karar verdiğimde öncelikle bilgi toplamaya yöneldim. Cizre'ye hiç gitmedim, yalnızca anlatımlardan biliyordum. Görmediğin, dokunmadığın, havasını solumadığın bir şehrin mahallelerini, sokaklarını, evlerini nasıl anlatacaktım? Bazen bir mahalleyi, bir evi tasvir ederken, bir yolu anlatırken küçük bir ayrıntı bile önem kazanabiliyor. Ben ayrıntılardan yoksundum. Şehre dair, şehirde yaşayan halka dair bilgi toplamada cezaevindeki arkadaşların yardımı oldu. Sağ olsunlar, mektup üzeri de olsa desteklerini sunmaya çalıştılar. Mektup üzeri sınırlı bilgiler. Direniş sürecine ilişkin ise dışarıdan beklediğim bilgi desteğini bulamadım. Belki OHAL'in de etkisi vardı, belki de kırılamayan sessizliğin... Bu yüzden topladığımız gazete haberlerinden, köşe yazılarından - ki birkaç taneyi geçmezdi- ya da sadece bir iki fotoğraftan derlediğim kıt bilgilerle yeniden kurdum direnişin son zamanlarını. 
 
Tabi onların son günlerini, son anlarını bilemeyeceğiz. Son anlarında neler düşündüler, neye acılandılar, neler hissettiler? Neyi, kimi anımsadılar? Hangi geçmiş anıların gelecek zaman düşlerinin dalgalarına saldırılar kendilerini? Bilemeyeceğiz. Yine de gerçeğe bağlı kalmaya çalıştım. Elimde gazetede çıkan şehitler listesi, bir kaç ailenin anlatımları ve bir kaç fotoğraf. Ne yapabilirdim? Mesela o listede bazı şehitlerin sadece kodları vardı; gerçek isimleri yoktu. Nereli oldukları, nasıl doğup büyüdükleri, yaşadıkları yoktu. Listedeki her bir isim üzerinde durup düşündüğümü zihnimde canlandırmaya çalıştığımı hatırlıyorum. Onları yeniden yaratırken, onların yaralarını tenimde hissederken şunu hiç unutmamaya çalışıyordum; Diz çökmeyen bir halkın evlatları olarak inandıkları gibi öldüler. Teslimiyet dışında başka bir tercih konulmamıştı önlerine. Onların büyüklüğü ölümü onurlandırmalarıydı. Axin'in kız kardeşiyle son konuşmasında söylediği gibi; Zulüm neredeyse onlar orada olmaya devam edecekler. Ve şarkıları dilden dile dolaşıp duracak. 
 
Kitapta kamuoyunun o dönem haberler üzerinden tanıdığı kişilerin yaşadıklarına yer vermenin yanı sıra asıl olarak Axin isimli savaşçı ve Cizreli bir sağlıkçı olan Eylem'in dilinden o günleri anlatıyorsunuz. Bu isimler özel bir tercih mi?
 
Evet, özel bir tercihti. Axin ve Eylem arkadaşları cezaevinde tanıdım. Axin Derya Karahan'la o ilk tutuklandığında karşılaştım. Henüz 18 yaşına yeni basmıştı. Yerinde duramayan, sürekli gülen, hayatı kendi masumiyetinden ve naifliğinden geçirerek dolu dolu yaşamak isteyen bir arkadaştı. Çok kısa süre birlikte kaldık. Eylem yani Gülistan Üstün'le de bu cezaevinde karşılaştım. Tahliyesine çok kısa süre kala bana bir gün, "Sana hayatımı anlatacağım sen de not alacaksın, belki bir gün lazım olur" dedi. Şaşırarak fakat gülerek kabul ettim istemini. Çocuk yaşta cezaevine girmiş, içeride büyümüştü. "Ünlü olmak mı istiyorsun?" diye takıldığımı hatırlıyorum. Çocukluğundan itibaren başladı anlatmaya. Ben de not alıyor, ara-sıra sorularla Cizre şehrini betimlemesine yardımcı oluyordum. Cizre'nin sokaklarını, Cudi Mahallesi'ni, Dicle Nehri'ni dedesinin köyünü anlatıyordu. Not ediyordum ben de. Sonrasında sahiden de o notlara döneceğimi, şahadetinin ağrılı gölgesi altında anlattıklarını gözden geçireceğimi bilemeden... Anlatımını tamamlayamadan tahliye oldu. Giderken kalan kısımlarını dışarıdan yazıp yollayacağını söyledi. Yollayamadı galiba. Bir kaç ay sonra Kobanê savaşı başlamıştı. Savaş sırasında sınırdan bu tarafa getirilen yaralılarla ilgilendiğini duyduk. Savaştan sonra da Cizre'de Kültür Merkezi'nde çalıştığını. Sesi çok güzeldi. Cizre bodrumlarında ölümsüzleştiğini duyduğumda yaşadığım acının sarsıcılığı bir yana; "Acaba hissetmiş miydi?" düşüncesi dolanıp durdu zihnimde. Artık bir vasiyet, bir borç olarak ele alıyordum. İki ana karakteri bu gerçeklikler üzerinden şekillendirdim. Direnişin sorumluluğunu üstlenen bir kadın komutan ve giderek açık bir yaraya dönüşen bir şehrin sağaltıcısı genç bir kadın. Bir de hem savaşçı, hem de halk cephesini anlatabilmek önemliydi. Tabi ne kadar anlatabilmişsem. 
 
Eylem'in "Rıfat amca"ya hitaben tuttuğu notlar üzerinden Kobanê ve o dönem sınırında yaşananlarla bir bağ kuruyorsunuz. Kobanê ile Cizre arasındaki bağı kurma nedeninizden söz eder misiniz? 
 
 Sadece devletler arası sınırların değil; halklar, kuşaklar arası sınırların belirsizleştiği coğrafyaydı Kobanê ve Cizre. Onurun, vicdanın, düşlerin namluya sürüldüğü iki toprak parçası.
 
Eylem'in Rıfat amca diye seslendiği arkadaş Kobanê savaşı boyunca sınırda savaşçıları destekleyen, zaferden sonra ise inşaya katılıp hayali olan kütüphane-müzeyi Kobanê'de kurmaya çalıştığı zamanlarda IŞİD saldırısıyla şahadete ulaşan Arnavut kökenli yaşlı bir devrimci. Hani ihtiyar delikanlı denilir ya öyleydi Rıfat Horoz arkadaş. Savaştan önce görüşümüze gelip giderdi. Eylem de dahil gençler ona; "Rıfat amca" diye seslenirdi. Eylem tahliye olduktan sonra görüştüler mi bilemiyorum. Ama karşılaşmışlardır, farklı kuşaklardan yüreği büyük, iki özgürlük sevdalısının karşılaşması olmuştur diye düşündüm. Sadece devletler arası sınırların değil; halklar, kuşaklar arası sınırların belirsizleştiği coğrafyaydı Kobanê ve Cizre. Onurun, vicdanın, düşlerin namluya sürüldüğü iki toprak parçası. Eylem'in seslendiği kişi aylar önce şehit düşmüştü ve kendisi de kısa bir süre sonra şehit düşecekti. Bir bakıma şehitlerin birbirine çağrısı gibi. Çünkü her şey dünyanın gözleri önünde yaşandı. Yalnız bırakıldıklarının farkındaydılar. Yaşayanların dünyasının dışına atılmışlardı. Bir şehide sesleniş bir bakıma kesin bir hakikate sesleniştir. Buradaki kesinlik özgür ve eşit bir dünya hayalidir. Kobanê olduğu gibi... Sur'da, Nusaybin'de, Gever'de, Hezex'te olduğu gibi...
 
Kitaptaki karakterlerden biri "Toprak altındaki canlılar, toprak üstündeki ölüler" diyor. Bu söz dışarıdaki sessizliğe bir gönderme miydi?
 
Sadece sessizliğe değil, iç içe geçen bir çok gerçekliğe gönderme var. Tabi öncelikle sessizliğe bir serzeniş, bir ağıt, bir yadsıma. Diğer yönüyle Kürde reva görülen gerçekliğe gönderme. Hatırlarsanız direnişin son günlerinde sokaklar, caddeler ölülerle doluydu. O sokakların özgürlüğünü sanki kendi ölümleriyle kazanmışlardı. Zira devlet nezdinde Kürtlük buydu; kimliğinle, kültürünle, iradenle toprağın üzerinde var olamazsın, yaşamak istiyorsan toprağın altına, kimsenin göremeyeceği, duyamayacağı yerlere çekilmek zorundasın. Toprağın altında da yaşam hakkı verilmedi zaten. 
 
Yaralıların bodrumda bekledikleri dönemde bir kişi "Ölüm yetkisini onların elinden almak"tan söz ediyor. İnsanlar bodrumlarda beklerken bir taraftan söylenen türküler, her şeye rağmen bir dayanışma ve yaşama-yaşatma çabası. Bu durumu bu söylemle birlikte ele aldığımızda o bodrumda yaşananları bir direniş biçimi olarak yorumlamak mümkün mü? 
 
Elbette! Direniş yalnızca barikat başlarında yürütülmedi. Orada o barikatların, hendeklerin gerisinde bir hayal paylaşıldı. O hayali gerçek kılmak için yaşayıp savaştılar. Tarihin kendisi oldular bir bakıma. Kendi kararlarını kendileri aldılar, bir parça ekmeği, bir yudum suyu paylaştılar. Bir şarkıda birlikte hüzünlenip coştular. Biri korktuğunda diğeri güç vermeye, biri acı çektiğinde diğeri teskin etmeye çalıştı. Gün be gün an be an ölüme yaklaştıklarını bildikleri halde gülmekten, özlemekten, düş kurmaktan, sevmekten, inanmaktan vazgeçmediler. Son ana kadar o ölümlerin, tankların, kurşunların, bombaların, kavurucu susuzluğun, açlığın, soğuğun tam ortasında vazgeçmemek muazzam bir direnişi ifade ediyor. Hiç kimsenin yadsıyamayacağı bir gerçeklik. 
 
Ortadoğu ve özelde bölgemizde yaşananlar birçok kesim tarafından 3'üncü Dünya Savaşı olarak tarif ediliyor. Kitabınıza konu olan Cizre'de yaşananlar da bu süreçten çok bağımsız değil. Sizce günümüzdeki bu savaş edebiyat tarafından yeterince ele alınıyor mu ya da bu süreç ne şekilde edebiyatın konusu yapılmalı?
 
Edebiyat, nasıl yaşamalının bir anlatısıysa, nasıl yaşamamak gerektiğini ve nedenlerini de yeni anlamlar etrafında üretebilmeli. Geleceğin kazanılması ve şekillenmesinde edebiyatın katkısı bu düzeyde olabilir.
 
Bu savaş süreci yeteri kadar edebiyat konusu mu? Emin değilim. İçeriden takip etmenin pek olanağı yok. Ancak yansıyan boyutuyla yeteri kadar işlendiğini söyleyemem. Mesela 1'inci ve 2'nci dünya savaşlarını anlatan külliyatlar oldukça fazla. Hala da edebiyat konusu, sinema ve belgesel konusu olmaya devam ediyor. Savaşın etkilerini, sonuçlarını, eski politik - toplumsal dengelerin sarsılmasını, yani göç dengelerini, haklılığı-haksızlığı, faşizmi, özgürlük değerlerini, ölümü, aşkı, hayalleri sorgulayan ve sorgulatan, yeniden şekillendiren bir miras oluşturdular. Bu çağın dinamikleri elbette daha farklı. Üstelik günümüzde bu dinamikleri oluşturan halkların kendisi. Var olma - yok olma savaşı denebilecek kıyasıya bir savaştır yaşanan. Bu çağın edebiyatı da yıkım kadar yaratılanı da, çatışmaları kadar yerleşen değerleri de ele almalı. "Doğu cephesinde yeni bir şey yok!" diyemeyecek denli tarihin ve tarihsizliğin, özgürlüğün ve köleliğin, komünalliğin ve toplumsuzluğun, kültürün ve kimliksizliğin savaştığı bir cephe Ortadoğu ve özelde de Kürt coğrafyası. Edebiyat , "Nasıl yaşamalı?"nın bir anlatısıysa, nasıl yaşamamak gerektiğini ve nedenlerini de yeni anlamlar etrafında üretebilmeli. Geleceğin kazanılması ve şekillenmesinde edebiyatın katkısı bu düzeyde olabilir. Takip edebildiğim kadarıyla yetersiz kaldığımız yön de bu. 
 
Bundan sonrası için elinizde başka bir proje var mı?
 
Birkaç konu var aklımda. Fakat henüz fikir aşamasında. Bir projeye dönüşür mü zaman gösterecek. Oldukça belirsiz oldu farkındayım. Son olarak ilginiz için teşekkürlerimi sunuyorum. 
 
ROJBİN PERİŞAN KİMDİR?
 
Rojbin Perişan, 1973 yılında Diyarbakır'ın Lice ilçesinde dünyaya geldi. İlk ve orta öğretimini Diyarbakır'da tamamlayan Perişan, Dicle Üniversitesi Siirt Eğitim Fakültesi'ni kazandı. Okulu devam ederken 1991 Newroz'unda PKK'ye katılan Perişan, bir yıl sonra tutuklanarak müebbet hapis cezasına çarptırıldı.
 
Cezaevinde şiir ve öykü çalışmalarına ağırlık veren Perişan, öyküleriyle Hüseyin Çelebi ve İsmet Baycan şiir ve öykü yarışmalarında birincilik ödülü aldı. "Saçlar ve Gölgeler" isimli öykü kitabının yanı sıra "Gözyaşımın Ağıdıydı Seni Beklemek" ve "Bakır Sesli Kadınlar" isimli romanları Aram Yayınevi tarafından basıldı. Perişan yazım çalışmalarına halen tutuklu bulunduğu Gebze M Tipi Kapalı Kadın Cezaevi'nde devam ediyor. 
 
MA / Dicle Müftüoğlu