‘Jiyan’ın Hikayesi’nin yönetmeni Ünal: O kadınlar ön yargılarımı altüst etti

img
ADANA - Kuzey Suriyeli kadın savaşçıların DAİŞ’e karşı verdikleri mücadeleyi “Jiyan’ın Hikayesi” filmi ile beyaz perdeye taşıyan yönetmen Ahmet Haluk Ünal, çekimler esnasında önce kendi ön yargılarının altüst olduğunu ifade etti. Ünal, tanık olduğu kadın devrimini “Erkekler tek cephede savaşıyor. Kadınlar iki cephede” sözleriyle anlattı.
 
Güneydoğu’da çocuk olmayı anlatan “Küçük Kara Balıklar”ın 5 yönetmeninden biri olmasının yanı sıra imza attığı “Esrarlı Gözler” ve “Saklı Hayatlar” filmleriyle tanınan yönetmen Ahmet Haluk Ünal, son filmi “Jiyan’ın Hikayesi” ile kamerasını Kobanê'de DAİŞ'e ilk yenilgiyi yaşatan kadın savaşçılara çevirdi. Kasım 2014'te bölgeye giden yönetmen Ünal, DAİŞ’e karşı Kobanê, Cezire ve Afrin'de mücadele veren Kuzey Suriyeli kadın savaşçılarla konuştu, yaşamlarını ve yarattıkları değişimi görüntüledi.
 
Yönetmeni Ünal ile çekimleri Ağustos 2015'e kadar süren filmi, “Jiyan’ın Hikayesi”ni konuştuk.
 
Öncelikle sizi 'Jiyan'ın Hikayesi' filmini çekmeye iten şey neydi? 
 
Geçmişte Kürt dostlarıma "Batı ile bir köprü arıyorsanız kadınlardır, ama bunun belgeselini yapın" diye defalarca ricada bulunmuştum. 2014’e geldiğimizde malum DAİŞ kabusu başladı. Kulağımıza “Rojava Kadın Devrimi” cümlesi çalınmaya başladı. Merakım iyice yükselmişti. Tam o günlerde bir de elime Rojava Anayasası’nın Türkçe metni geçti. Metin karşısında şapkam uçtu. Ben arada ne kaçırmıştım? Stalinist bir gelenekten böyle bir anayasa nasıl ortaya çıkmıştı? İki ihtimal vardı, ya bu bir vitrindi ya da gerçekten tarihin ilk kadın devrimi ile yüz yüzeydik. O dönem bağımsız filmlerimizi üretmek için 2010’da kurduğumuz Drama İstanbul Film Atölyesi’nde güzel bir ekip oluşmuş, üçüncü projemize hazırlanıyorduk. Ben herkesi yüzüstü bırakıp, Rojava’ya gitmeye karar verdim. Aralık 2014'te de Rojava toprağına ayağımı basmıştım. Devlet geçişlerimize yasal olarak izin vermiyordu. Ben de sınır tanımayan devrimcilerle, bütün sınırları zevkle ihlal ettim.
 
Dünyanın da gündemine oturan noktalardan biri olan DAİŞ'e karşı savaşan kadınlara kameranızı çevirdiniz. Burada sizi en çok etkileyen ve şaşırtan neydi?
 
 
 
Şehirde bile depresyondaki insan, suyla çok daha az temas eder, kendine bakmaz. Onlarsa cehennemin ön cephesinde tam tersi bir ruh hali içindeydi
 
Biliyorsunuz sinema yolculuğumun tamamı, son iki film hariç, konulu filmlerle biçimlendi. O yıllarda bir senaryoda savaşçı bir militan yazmaya kalksam, mutlaka travmatik az ya da çok vahşileşmiş bir karakter geliştirirdim. Kadınlar önce bu ön yargımı altüst etti. 7 ay boyunca hep cephelerde, kadın taburlarında geçen yolculuğum süresince kadınların yaşama sevinci, mücadele azmiyle dolu oluşuna tanık oldum. Üstelik daha şaşırtıcı olanı, o yokluk, yoksulluk içinde, mazotlu jeneratörlerle elektrik ve suyun güçlükle temin edilebildiği bir ortamda, kadınların tırnak uçlarına varan temizliği ve bakımlılığı daha da şaşırttı. Şehirde bile depresyondaki insan, suyla çok daha az temas eder, kendine bakmaz. Onlarsa cehennemin ön cephesinde tam tersi bir ruh hali içindeydi. Örnek çok ama yerimiz dar...
 
 Kuzey Suriye'de kurulan sistem, birçok kesim tarafından "Kadın Devrimi" olarak tanımlanıyor. Bölgedeki kadınların yaşamına dair ne tür değişiklikler gözlemlediniz?
 
Bundan on yıl sonra Rojava için tarihçiler ne yazacak emin olamam. Emin olduğum tek konu kadınların erkek egemenliğinin belini kırmış olduğudur. Erkek egemenliği, bütün sınıf çelişkilerinden daha eski ve kadim bir sınıf çatışmasının sebebi. Özellikle Ortadoğu’da bu çok derin, koyu… Erkekler tek cephede savaşıyor. Kadınlar iki cephede. Kadınlar bir yandan kapitalizme karşı omuz omuza savaştıkları erkeklerin egemenliğine karşı mücadele veriyor, öbür yandan emperyal güçlerin devrime yönelttiği çok yönlü kumpas ve şiddetle mücadele ediyor. Düşünsenize devrim saflarında erkek egemenliği Truva atı değil de nedir? Buna rağmen kadınlar çok zarifler erkek yoldaşlarına, ama tavizsizler. Bugün erkek tavrına karşı tartıştığın yoldaşın yarın yanı başında ölüyor bir taraftan da. Bu iklimi dokunmadan anlamak imkansız. Savunma Bakanı, ‘Savaş herkesi vahşileştirir, eğer YPJ olmasa askeriyemiz savaşta vahşileşebilirdi’ cümlesini kurabiliyor. 
 
“Rojava Devrimi” hedeflerinin birçoğu inşa halinde ama kadınlar komutayı ele almış, bu çok net görünüyor. Her alanda son sözü söylüyorlar desek yanlış olmaz. Kadın bakanlığı, o zamanki adıyla Yekitiya Star ve YPJ bu alandaki en stratejik kurumlar.
 
 
 7 ay boyunca Kuzey Suriye kentlerinde bulunup, çekim yaptınız. Orada nasıl bir yaşam örülmek isteniyor?
 
Sayın Öcalan’ın kendisi hapiste, fikirleri iktidarda. Sosyalizm tarihinde bu da bir ilk sanırım. Sürdürülen inşanın perspektifi “demokratik modernite”. Adem-i merkeziyetçi, çoğulcu, ekolojist, cinsiyet özgürlükçü ilkeler her uygulamaya karakterini kazandırıyor. Ben oradayken yerel komünler ve meclisler yeni kuruluyordu. Geçtiğimiz yıl Kuzey Federasyonu seçimler yaptı ve 6 bin küsur köy ve mahalle meclisi seçimle göreve başladı. Kendi kendine yeten bir ekonomi kurmayı kısmen başardılar.Erkeklerin binlerce yıllık hak saydığı bir sürü geleneğe karşı çok net yasal engeller getirdiler. Kadın Bakanlığı, sistematik olarak erkeklere cinsiyetçilikle ilgili seminerler veriyor. Asayiş genel yönetiminde kadınlar çok etkin ve zihinleri çok açık. Ben ilk defa halkın dost olarak baktığı bir güvenlik gördüm.
 
 Peki, filmi çekerken karşılaştığınız zorluklar neler oldu?
 
Her filmin en zor yeri para bulmaktır. Ama ben bütün filmlerime hiç zorlanmadan para buldum. Bu da öyle oldu. Jenerikte de adını sakladığım yatırımcı ve ortaklarım projeyi çok beğendi ve inandılar. Çok hızlı para sorununu çözdüm. Rojava yönetimine Türkiye’de beni çok iyi tanıyan onların da çok iyi tanıdığı dostlarca tanıtıldım. Kendimi tanıtma sorunum da olmadı. Ancak sınır geçişleri beni bitirdi. 9 teşebbüs 6 başarılı sonuç. Yat, kalk, koş, tekrar yat… Haydi fark ettiler kaç, silah sesleri, acaba havaya mı üzerimize mi atıyor Türk devriyesi? 
 
60 yaşındayım, 2010'da bypass oldum, 5 damarım değişti ve 110 kiloydum. Ekipmanım da 30 kilo ve tek başımayım. Bu sınır geçişleri bir kara komedi filmi olur çok rahatça. Çekim sürecinde Yekîtiya Star ve YPJ, bana VİP muamelesi yaptılar. Amatör de olsa ekip, flaşım, konaklama bütün sorunlarım çözüldü. Biliyorsunuz, normal hayatta kendi yiyemediklerini size sunarlar, misafir olmaya görün. 
 
Filminizle izleyicilerin dikkatini özellikle nereye çekmeye çalıştınız?
 
 Önceden seküler, güzel savaşçı kızlar diye bakıyorduk. Şimdi meselenin silah olmadığını, gerçekten feminist bir devrim süreci yaşadıklarını düşünüyoruz diyorlar. Hatta bunu biz de burada yapmalıyız diyen kadınlar oldu
 
Belgesel sinema kurmacadan çok önemli farklara sahip. En önemlisi de her şeyi kurup, oturamıyorsun. Hazırlık bir öğrenme süreci, çekim bir başka öğrenme süreci, kurgu başka bir öğrenme süreciymiş. Kurmacanın birçok konforuna sahip değilsiniz. Hem bir de benim gibi hiç bir ön hazırlık yapamadan çekime başlarsanız, çekimler müthiş bir anlama, öğrenme sürecine dönüyor. Oradayken üstelik her gün bir şeye şaşırıyordum, olumlu anlamda. Döndüğümde bir yıl 150 saate yakın görüntü ve arşivi sindirmem gerekti ve tek sorumluluğumu olup biteni sindirip, abartmadan, eksiltmeden çarpıtmadan aktarabilmekti. Geldiğim noktada bunu büyük ölçüde başardığımı düşünüyorum. Hem Rojavalı kadınlar, hem Türkiyeli dostlarım, hem de Yunanlı solcular filme umduğumuz üzerinde beğeni sundular. 
 
Örneğin Yunanistan’da film sonrası söyleşilerde hep soruyorum, önceden nasıl biliyordunuz şimdi nasıl? Aldığım yanıtlar mutluluk verici. "Önceden seküler, güzel savaşçı kızlar diye bakıyorduk. Şimdi meselenin silah olmadığını, gerçekten feminist bir devrim süreci yaşadıklarını düşünüyoruz" diyorlar. Hatta bunu "biz de burada yapmalıyız" diyen kadınlar oldu.
 
Çektiğiniz filmin şimdiye değin nerelerde gösterimi yapıldı. Nasıl tepkiler aldınız? 
 
Filmin dünya premiyerini 8 Mart’ta Afrin’de yapmayı planlamıştım. Ama Afrin işgali ve Ortadoğu koşulları gitmeme elvermedi. Selanik’te kendi girişimimle bir gösterim yaptım. Arkasından Yunanlı demokratlar ve solculardan filmin çevresinde şahane bir dayanışma ağı oluştu. Yunanca alt yazısını yaptılar. Dört gösterim daha gerçekleşti. Sonra yaz geldi zaten. Sonbahar’da gösterimler sürecek. Öte yandan bir Avrupa turnesi planlıyorum. Biliyorsunuz dünyada bizim gibi filmler için teatrical iki ana mecra var. 
 
Butik/art house ve ana akım popülist olan. Her ikisi de kültür endüstrisinin tekelinde. Oysa siyasette olduğu gibi bu alanda da bir üçüncü yola ihtiyacımız var. Batılı sendikalar ve NGO'lar (Non-Governmental Organization - Sivil Toıplum Kuruluşları) üzerinden alternatif bir dağıtım ağının da taslağını yaratma tasarısı üzerinde çalışıyorum. Benzer filmlerin kullanabileceği kalıcı bir model. Bunun için yatırımcılarla görüşmelerim ancak bir noktaya vardı. Çok yeni planlama görüşmelerine başladık. Önümüzdeki sonbahar ve kış sezonuna gerçekleştirme hedefiyle çalışıyoruz.
 
Son olarak Türkiye’de sanat ve sanatçıların resmini çektiğimizde ne durumdayız?  
 
Anadolu ve Mezopotamya’da yaşayan kadim toplumların -Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, Kürt, Arap, Fars- entellektüel birikimleri de soykırımlarla yok edildi. Bu nedenle bizler birçok coğrafyaya göre çok daha geri, köksüz bir yerden yolculuğa başladık
 
Beter durumdayız. İlk olarak, ‘Sanat nedir?’ sorusunun anlamı kültür endüstrisince büyük ölçüde dejenere edildi. Sibel Can’ın bile sanatçı kategorisine kabul edildiği bir ülkedeyiz. Ama bu Batı’da da böyle, herkesin kendi Sibel Can’ları var. Oysa bilim, sanat ve felsefe insanlık tarihinde ilk boy gösterdikleri andan itibaren aynı amaca farklı yollardan ulaşmak istedi: İnsan kimdir? Hayatın anlamı nedir? Bilim ve felsefeden farklı olarak sanat hiçbir zaman bunun cevabını vermeyi temel görev saymadı. Sanat hep anlamı sorguladı, sorgularken de anlam üretti. İnsana dair, hayata dair en güçlü soruları sordu, ezberleri yıktı. 
 
Bu nedenle sanat hep geniş anlamıyla politik ve poetik oldu. Kapitalist modernite sanatı iki koldan zehirledi. Birini siyaset aracılığıyla yaptı, diğerini para aracılığıyla. Siyaset sanatı araçlaştırdı, propagandaya dönüştürdü. Ulus devlet ve milliyetçilik bir yandan, karşısında da pozitivist sol birlikte sanata büyük zarar verdiler.
 
Ticaret ise, sanatı kar amaçlı yeniden tanımladı. Basit bir eğlence aracına indirgedi. Tıpkı bilimin insan için olmaktan çıkarılıp, teknoloji üzerinden endüstrinin hizmetine koşulması gibi. Üstelik Anadolu ve Mezopotamya’da yaşayan kadim toplumların -Ermeni, Rum, Yahudi, Süryani, Kürt, Arap, Fars- entellektüel birikimleri de soykırımlarla yok edildi. Bu nedenle bizler birçok coğrafyaya göre çok daha geri, köksüz bir yerden yolculuğa başladık. 
 
Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün tarihi sanata ve sanatçıya saldırıyla geçmiştir. Ardından kültür endüstrisi ve tüketim toplumu kuşatması. Üzerinde konuşulmaya değer çok az şeyimiz var bu nedenle. Sanat alanına büyük ölçüde sinizm egemen; alay ve kaçış sanatı.
 
MA / Hamdullah Kesen