Komplonun ikinci adımı İmralı tecridi: Öcalan'ın rolü belirleyici

img

HABER MERKEZİ -  İmralı'da başvurulan 'tecrit politikası'nın demokrasi yoksunluğu, şiddet atmosferi, ekonomik, sosyal ve kültürel kriz olarak bir bütünen Türkiye toplumuna yansıdığını belirten Av. Cengiz Yürekli, Öcalan’ın topluma seslenebileceği kanalların açılmasının bu kriz hallerinin aşılmasında belirleyici olacağını ifade etti. 

Küresel güçlerin planı ve müdahalesiyle Suriye’den çıkarılan PKK Lideri Abdullah Öcalan, 15 Şubat 1999 tarihinde Türkiye’ye teslim edildiği günden bu yana geçen 22 yıl boyunca İmralı Adası’nda tutuluyor. Daha önce yarı açık bir cezaevinin bulunduğu adadaki hazırlıklara kendisi daha buraya getirilmeden çok önce başlandı. Buradaki mahkumlar taşınıp, teknik güvenliğin en üst seviyede yeniden ziyan edildiği İmralı Adası ve çevresi kara, deniz ve hava açısından 2’nci derece "Askeri yasak bölge" kapsamına alındı.
 
Öcalan gibi yakın tarihte siyasal iktidarlar tarafından tehdit olarak görülüp, benzer koşullar altında tutulan başka siyasi kişilikler de vardı. Nazi rejiminin hedef aldığı Almanya Komünist Partisi lideri Ernst Thaelmann, aynı zamanda İtalyan Komünist Partisi’nin kurucularından biri olan dünyaca ünlü Marksist düşünür Antonio Gramsci, Güney Afrikalı lider Nelson Mandela’nın yanı sıra ‘Aydınlık Yol’un lideri Abimael Guzman (86) Peru’nun başkenti Lima’daki Callao deniz üssündeki hücresinde 29 yıldır tecrit altında.
 
İlk günden itibaren özel politikalara başvurulan bir alana dönüştürülen İmralı’ya hapsedilen Öcalan’ın, ailesi ve avukatları ile görüşmesi ilk yıllardan itibaren "hava muhalefeti", "koster bozuk" gibi gerekçelerle sık sık engellenmeye başlandı. 
 
Hücresinde kamera sistemiyle gözetim altında tutulup, saat başı mazgal kapısından kontrol edildiği gibi tutuklu ve hükümlülere tanınan 10 dakikalık telefonla konuşma hakkı kullandırılmadı, gazete ve dergiler kendisi ve Kürt siyasetiyle ilgili yazı ve resimler kesildikten sonra sınırlı şekilde verildi, dışarıda olup bitenlere dair bilgileri sadece TRT’nin çektiği tek kanallı radyo aracılığıyla alabildi.
 
Bu hak gaspları ve kısıtlamalarının yanı sıra Öcalan’a yönelik fiziki şiddet ve "hücre cezaları" da verildi. 2007 yılında avukatları, Öcalan’ın saç telleri üzerinde yaptırdıkları inceleme sonucunda müvekkillerinin zehirlendiğini duyurdu. Gündeme getirilen bu durum hücre cezası verilip, 2008 yılında zorla saçları kazıtıldı.
 
Atılan bu adımlarla İmralı tecrit sisteminin aslında kurgulanan komplo planının ikinci aşaması olduğu ancak yıllar içerisinde karşılaşılan durumlarla anlaşılabildi.
 
Öcalan, avukatları ile 27 Temmuz 2011 tarihinden sonra görüştürülmemeye başlandı.  Devlet heyetlerinin İmralı’ya gittiği çözüm sürecinde dahi adaya götürülmeyen avukatları, cezaevlerinde başlatılan açlık grevi eylemi sonrası ancak Öcalan’la 8 yıl aradan sonra ilk kez 2 Mayıs 2019’de görüşebildi. Yenilenen İstanbul seçimleri sürecine denk gelen dönem içerisinde Öcalan ile dört kez daha görüşebilen avukatlarına, bizzat Adalet Bakanı tarafından görüşmelerin yapılması önünde hiçbir yasal engel bulunmadığı kamuoyu önünde açıklanmasına rağmen İmralı yolu yeniden  kapatıldı.
 
Öcalan ile geçtiğimiz 2020 yılı içerisinde sadece iki kez temas kurulabildi. Bunlardan biri adada çıkan bir yangın sonrası 3 Mart’ta yapılabilen aile ziyareti olurken, diğeri baş gösteren pandemi tehdidi üzerine 27 Nisan’a yine ailesi ile yaptığı telefon görüşmesi oldu. 
 
İmralı’da kendisini bu biçimlerde gösteren uygulamalar ve yaklaşımları bu yılın Ocak ayı başında hazırladıkları bir raporla kamuoyu ile paylaşan avukatları mevcut durumun “sistematik işkence” anlamına geldiğinin altını çizdi. Raporlarında İmralı’nın tam anlamıyla “hukuksal bir kara delik” niteliğinde olduğunun altını çizen avukatlar, Türkiye’nin kendi hukukunu ya da uluslararası hukuku çiğnemekten öte aslında hukukun hiç uygulanmadığına dikkat çekti.
 
Avukatların bu hukuksuzluk halinin ortadan kaldırılması konusunda harekete geçmeleri için çağrıda bulundukları uluslararası mekanizmaların yıllar içerisindeki rolünü bir kez daha teşhir eden ise, 11-25 Ocak 2021 tarihleri arasında Türkiye'ye bir ziyaret eden CPT heyetinin İmralı Adası’nda gitmeden geri dönmüş olduğunun anlaşılması oldu. 
 
İmralı’da devrede olduğu kaydedilen bu “hukuksuzluk hali”nin kendisini hangi kılıflara büründürdüğünü, görünür olan-olmayan mekanizma ve aktörlerin bu konudaki rolü ile birlikte diğer cezaevlerine ve toplumsal alana yansımalarına dair sorularımıza Asrın Hukuk Bürosu avukatlarından Cengiz Yürekli yanıt verdi.
 
 Uluslararası güçlerin yer aldığı komplo sonucunda Türkiye’ye getirilip, 23’üncü yılına giren tutukluluğu sürecinde PKK Lideri Abdullah Öcalan’a dönük uygulanan ‘tecrit’ kendisini genel hatlarıyla hangi biçimlerde gösterdi?
 
Öncelikle Sayın Öcalan, hegemon güçlerin yüz yılı aşkındır sürdürdüğü, kadim halk ve kültürlerin tasfiyesini hedefleyen, kaos ve kanlı çatışmalardan başkaca sonuç vermeyen Ortadoğu politikasına karşıt durmuş ve bu politikayı büyük oranda boşa çıkarmıştır. Bu politika halkları birbirine kırdırmış, bölüp parçalayıp kendi menfaatlerince yönetmeyi esas almıştır. Kürt halkının payına düşen ise asimilasyon politikalarıyla, bu şekilde mümkün değilse fiziki baskı ile sosyal ve kültürel varlıklarına yabancı kılınmaları, farklı ulus devlet çatıları altında eritilmeleri olmuştur. Bu politika bölgesel devletler için homojen ulus yaratma amacına hizmet ederken küresel güçler için ise her daim bölgeye müdahale edebilecekleri bir çatışma zemini oluşturduğu için devam ettirilmiş. Sayın Öcalan bu statükoya karşı çıkmış ve uygulanmasını imkansızlaştırmıştır. Bu nedenle bir araya gelmesi mümkün olmayan güçlerin ortaklığında uluslararası bir komployla kaçırıldı. 
 
İmralı sistemini bu çerçevede uluslararası komplonun sürekliliği bağlamında ele almak gerekir; zaten bu bağlamda hayata geçirilmiştir. Hem kuruluşu hem de sonraki uygulamalarıyla hukuk ve yasaların nüfuz etmediği ve siyasal olarak Sayın Öcalan’ı bastırma, teslim almaya zorlama amaçlı kurgulanmıştır. Bir yanıyla dayatılan koşullar ile Sayın Öcalan’ın ruhen ve bedenen tüketilmesi hedeflenirken, diğer yanıyla da kamuoyu tarafından unutularak yalnızlaştırılması, politik etkisinin minimize edilmesi planlanmıştır. 
 
Dış dünya ile bağlantı, aile ziyareti, bilgiye erişim, avukatlara erişim benzeri hakların kullanımı Sayın Öcalan için söz konusu olmuyor. 2014 Ekim ayından bu yana geçen altı yılda yalnızca altı aile görüşünün gerçekleşmiş olması, on yıllık sürede beş adet avukat ziyaretinden başkasına müsaade edilmemesi, 22 yıllık İmralı tarihinde telefon hakkının tek sefere mahsus olarak kullandırılması ve mektup gönderimine izin verilmemesi gibi veriler İmralı rejimini anlaşılır kılacaktır. 27 Nisan 2020 tarihinden bu yana hiçbir şekilde haber almak, temas sağlamak mümkün olmadı. Bu verilerin de gösterdiği üzere en temel haklar komplonun temelini oluşturan amaç için şantaj ve tehdit unsuru birer araç olarak değerlendiriliyor. Ancak 22 yıllık İmralı tarihi bu politikanın başarısızlığı olarak duruyor.
 
Başvurulan politika, uygulama ve yaklaşımlarla İmralı Sistemi, hukuk mekanizması içerisinde nerede duruyor? Öcalan’a dair hangi özgünlükler mevcut?
 
 
İmralı cezaevi hukuk dışı gri bir alan olarak duruyor. Bu hukuk dışılık ulusal mevzuat ve uygulamalar ile uluslararası hukuk mekanizmalarının ortaklaşması ile sürekliliğini korumuştur.
 
İmralı Cezaevinde var olan uygulamalar yasal dayanaktan yoksun olarak fiiliyatta hayata geçirilmiştir. Önce istisna niteliğindeki fiili uygulama gerçekleştirilmiş, sonrasında görünür meşruiyeti oluşturmak adına yasal süreçler kişiye ve olguya özel olarak düzenlenmiştir. 99’dan bu yana özellikle infaz ve yargılamaya ilişkin ceza hukuku düzenlemelerinin seyri bu kurguyu esas almıştır.
 
İmralı cezaevi bir ada hapishanesi olup, askeri yasak bölge kapsamındadır. Burada gerçekleşecek herhangi bir hareketlilik farklı bir işleyişe, farklı bir karar mekanizmasına tabidir. 2005 yılında Öcalan yasaları olarak da bilinen 5275 sayılı yasa ile ağırlaştırılmış müebbet ve yüksek güvenlikli cezaevi tanımlamalarıyla yasal zemine oturtulmaya çalışılmıştır. Kasım 2009 yılına kadar yalnızca Sayın Öcalan’ın kaldığı tek kişilik bir cezaevi olarak varlığını korumuştur. Bu durum yasalarda düzenlenen açık bir tanıma ve statüye sahip değil. İktidar ve güç dengelerinin değişimi ile beraber buradaki statü ve uygulamalar ile bunlardan sorumlu kurum ve kişiler de dönemsel olarak değişiklik gösteriyor. 2009 yılına kadar ulusal mevzuata aykırı olarak Başbakanlık Kriz Merkezi şeklinde bir yönetim söz konusu olmuştur. Bu tarihten sonra F Tipi olarak adlandırılmış ve Adalet Bakanlığının yönetimine bırakıldığı açıklanmıştır. Her ne kadar böyle bir tanımlama yoluna gidilmişse de; F tipi denilenler de dahil olmak üzere infaz kurumlarının mimarisi, kapasitesi, yönetimi, işleyişi gibi hususlar yasada tanımlı olmasına rağmen İmralı bu tanımların hiçbirine denk gelmemekte. Bu yönüyle İmralı cezaevi hukuk dışı gri bir alan olarak duruyor. Bu hukuk dışılık ulusal mevzuat ve uygulamalar ile uluslararası hukuk mekanizmalarının ortaklaşması ile sürekliliğini korumuştur.
Ulusal hukukta tanınan hakların İmralı’da geçerliliği söz konusu değil. Göreceli tanınan haklar ise süreklilik arz etmeyip konjonktürel nitelik taşıyor. Her ne kadar ülke genelindeki bütün cezaevleri hukuksuzluğun ve baskının yoğun yaşandığı yerler olsa da, uygulama farklılıklarına rağmen an itibariyle bütün mahpuslar haftada iki defa telefon ile görüşebilmekte, en azından mektup alışverişinde bulunmakta, bütün zorluklarına rağmen aile ve avukat ziyaretlerini gerçekleştirebilmekteler. Ancak on aydır bütün girişimlerimize rağmen Sayın Öcalan ve diğer müvekkillerimizden tek bir haber dahi alamayışımız İmralı’da inşa edilen hukuk dışılığı anlamamızı sağlayacaktır.
 
Bu konuda yaptığınız başvurulara yıllar içerisinde ne gibi yanıtlar-sonuçlar aldınız?
 
Bütün bu uygulamalara karşın İmralı’da etkin başvuru anlamında hukuksal bir muhatap bulunmuyor. Sayın Öcalan şahsında hak ihlallerine ilişkin girişim ve talepler hiçbir hukuksal karşılığı olmaksızın ya cevapsız bırakılıyor ya da yasal prosedürlerin dışında tutuluyor. Etkili bir başvuru yolu söz konusu değil. Sayın Öcalan’ın taraf olduğu birçok davada bütün talep ve ısrarlara rağmen avukatları olarak temas kurmamıza müsaade edilmiyor. Haklarında şikayette bulunulan idari personel ve kamu görevlileri zımni bir yargısal güvence kapsamına alınarak ifadeleri dahi alınmaksızın takipsizlik kararı veriliyor. Yapılan suç duyuruları evrak üzerinde formalite gereği incelenerek karara bağlanıyor, kendisinin fikrine dahi asla başvurulmuyor.  Son dönemde ziyaret haklarına engel olarak ileri sürülen disiplin dosyalarına avukatlar olarak erişim talebinde bulunmamıza rağmen dosya numaraları dahi bizden saklanıyor, disiplin cezasına dayanak kararlar tarafımıza verilmiyor. Buna imkan veren bir düzenleme olmamasına rağmen bu dosyalar bir denetim mekanizması olmaksızın tek taraflı oluşturulup kesinleştiriliyor. 
 
Avukatlar olarak etkili bir savunma yapmamızın da ötesinde var olan uygulamaları farklıca yargı mekanizmalarına taşımamız dahi engellenmek isteniyor, bu sebeple dosyalar bizden saklanıyor, kaçırılıyor.
 
 İmralı Adası’nda yıllar boyu tek başına tutulan Öcalan’ın yanına 10 yıl sonrasında başka tutuklular nakledilmişti. Bu isimlerde değişiklikler olsa da onlar da aileleri ve avukatlarıyla görüştürülmüyor. Böylece görüntüde tecridin olmadığı yansıtılırken, aslında daha da genişletilmiş hali mi söz konusu?
 
 
Mevcut sistemin varlığında başkaca mahpusların İmralı Cezaevine sevk edilmiş olması, tecridi ortadan kaldırması bir yana başkalarının da bu tecride dahil olması sonucunu doğurmuştur. İmralı’da var olan sosyal ve duyusal izolasyon kırılmamış, aksine, diğer mahpuslar daha ağır izolasyon rejiminin içine çekilmiştir.
 
Sayın Öcalan 17 Kasım 2009’a kadar olan on yıl dokuz aylık zaman boyunca İmralı cezaevinde tek başına tutuldu. Bu tarihten sonra başkaca cezaevlerinden yanına beş kişi nakledilmiş, Mart 2015’te de bu kişiler değiştirilerek başkaca beş kişi getirilmiş ancak bunlardan Çetin Arkaş ve Nasrullah Kuran, Aralık 2015 tarihinde hiçbir gerekçe ve bildirimde bulunmaksızın keyfi olarak Silivri Cezaevine nakledildiler. Şuan için İmralı Cezaevinde Sayın Öcalan’la beraber diğer müvekkillerimiz Hamili Yıldırım, Ömer Hayri Konar ve Veysi Aktaş bulunuyor. 
 
Mevcut sistemin varlığında başkaca mahpusların İmralı Cezaevine sevk edilmiş olması, tecridi ortadan kaldırması bir yana başkalarının da bu tecride dahil olması sonucunu doğurmuştur. İmralı’da var olan sosyal ve duyusal izolasyon kırılmamış, aksine, diğer mahpuslar daha ağır izolasyon rejiminin içine çekilmiştir. Ada cezaevi bir bütün olarak sosyal ve duyusal tecridin üzerine kurgulanmış, zamana yayılı çürütmeyi esas almıştır. Bu politikadan hiçbir şekilde vazgeçilmemiştir.
 
Bu müvekkillerimiz geldikleri diğer cezaevlerinde aynı statüdeki mahpuslar ile ortak havalandırmayı kullanıyor, havalandırma süresi boyunca beraber zaman geçirebiliyorlardı. İmralı Cezaevinde ise, Sayın Öcalan’da dahil, her mahpusun tek kişilik tecrit edilmiş odası ve havalandırması bulunuyor. Ortak havalandırma söz konusu değil. Havalandırma hakkı tek olarak kullandırılmakta. Bütün hafta sonlarını tek başlarına hücrede yalnız geçirirken, hafta içi idarenin denetiminde günde yalnızca bir saatliğine bir araya gelebiliyorlar. Günün geriye kalan 23 saatini ise insan temasından yoksun olarak yalnız geçirmekteler.
 
Ayrıca geldikleri cezaevlerinde avukat ve aile ziyareti gerçekleştirebilen, telefon hakkından faydalanan, mektup alışverişi yapabilen müvekkillerimiz İmralı cezaevinde geçirdikleri altı yıl boyunca tek avukat görüşü dahi gerçekleştirememiş, yalnızca bir defa telefon hakkından faydalanmışlar ve ancak üç defa ailelerinin ziyaretine müsaade edilmiştir. Sayın Öcalan ile beraber kendilerinin sağlık ve tutulma koşulları hakkında 27 Nisan 2020 tarihinden bu yana en ufak bir bilgiye sahip değiliz.  
 
Cezaevlerinde bugün tecride karşı devam eden açlık grevine nasıl bakıyorsunuz?
 
Cezaevlerinin, İmralı tecrit sisteminin teşhir edilmesi ve bu tecridin aralanması, Sayın Öcalan ile temas sağlanması konusunda çok fedakar çabaları var. 2013 yılında başlayan süreç 12 Eylül 2012 tarihinde başlayan açlık grevleriyle mümkün oldu. Yine 2019 yılında Sayın Öcalan ile sağlanan sınırlı sayıdaki temaslar açlık grevlerinin sonucu olarak gerçekleşti. Bu durum cezaevinde bulunmaları sebebiyle Sayın Öcalan üzerindeki tecridin gayri insani boyutunu çok daha derinden hissetmelerinin yanı sıra uğruna özgürlüklerinden mahrum kaldıkları barış ve demokrasi mücadelesini yürütme kararlılığını da gösteriyor. 
 
2019 yılında Adalet Bakanı CPT heyetinin kendisini ziyareti sonrası kamuoyuna Sayın Öcalan ile ilgili bulunan ziyaret yasak kararının kaldırıldığını ve ziyaretler önünde bir engel olmadığını ifade etmişti. Ancak gelinen süreçte kaldırılan yasak kararı, kararı veren mahkeme tarafından kendisiyle çelişir şekilde aynı gerekçelerle tekraren getirildi. Açlık grevi eylemcilerinin talebi bir yönüyle kamuoyu huzurunda ifade edilen söylemlerin gereğinin yapılmasını içeriyor. Diğer yanıyla da açlık grevlerinin sonlandırılması ve taleplerin takibinin sivil topluma bırakılması konusunda birçok kişi ve kurumun çağrıları olmuştu. Bu yönüyle açlık grevleri bu kişi ve kurumlara bir ahde vefa çağrısıdır aynı zamanda. Söylemlerinizin gereğini yapın ve İmralı’da süre gelen hukuksuzluk için harekete geçin şeklinde bir çağrı oluyor bu. Yaşanan tüm bu baskılara, krizlere, demokrasinin ortadan kaldırılmasına rağmen mevcut sessizliğe bir eleştiri niteliği de taşıyor. Toplumun zaten cezaevlerinde zor koşulda bulunan mahpusların üstlendiği sorumluluğu devralıp, çok geç olmadan taleplerini görünür kılmaları, çağrılarına kulak vermeleri toplumsal vicdanın gereğidir.
 
AİHM, AK, CPT gibi uluslararası insan hakları kurumlarının, mekanizmaların İmralı sistemine dair rolü, bugüne kadar ki yaklaşımları ne oldu?
 
 
 AİHM ve CPT dış dünya ile temasın bütünen ortadan kaldırıldığı, on aydır hiçbir şekilde haber alınamayan, avukatın, ailenin ziyaretine izin verilmeyen, iletişim hakkının engellendiği bir tecrit sistemine karşı sonuç üretecek bir pratikten özellikle kaçınıyorlar.
 
Bu kurumların insan hakları ihlallerinin takibinde önemli bir misyonları olsa da, aynı zamanda ülke siyasetlerini olumlu ya da olumsuz belli bir oranda dizayn etme mekanizmaları olarak da rol oynuyorlar. Bu kurumlar Sayın Öcalan özelinde esasen komplonun hukuki zeminde sürekliliğine hizmet etmişlerdir diyebiliriz. İmralı cezaevi bulunduğu coğrafi konum, tabi olduğu yönetim itibariyle son tahlilde Avrupa hukuk sisteminin denetim alanındadır. Ancak bu denetimi sağlayacak mekanizmalar olan AİHM ve CPT dış dünya ile temasın bütünen ortadan kaldırıldığı, on aydır hiçbir şekilde haber alınamayan, avukatın, ailenin ziyaretine izin verilmeyen, iletişim hakkının engellendiği bir tecrit sistemine karşı sonuç üretecek bir pratikten özellikle kaçınıyorlar. Bu anlamda AİHM ve CPT’nin rolleri kendi varlık gerekçelerini koruyabilmek adına kısmi iyileştirmelerden öteye gitmemiştir. 
 
2005 yılında AİHM Büyük Daire adil olmadığı aleni olan yargılama için Sayın Öcalan’ın yeniden yargılanmasına karar vermiş ancak bu karar hükümet tarafından uygulamaya konulmamıştır. Gerek ulusal gerekse de uluslararası mevzuat hiçe sayılmıştır. AİHM kararlarının takipçisi ve uygulayıcı gücü olarak sorumluluk sahibi olan Bakanlar Komitesi ise hükümet ile uzlaşı neticesinde dosyayı zamana yayarak kapatmıştır.  
 
AİHM 2005 tarihli kararında İmralı koşullarına ilişkin, tecridi giderecek telefon hakkı tanınması, televizyon verilmesi, avukat ve aile ziyaretlerinin gerekli sıklıkta sağlanması gibi mekanizmaların sağlanmasını tavsiye etmiş ancak bu hususta ihlal kararı vermemiştir. 2014 kararında ise 2009 öncesi koşulları kötü muamele ve ihlal sebebi saymış ancak 2009 sonrası yani devam eden süreç için ihlal kararı vermedi. Görünürde korumakla yükümlü olduğu insan haklarını tesis ediyor imajına rağmen pratikte sonuç üretmeyen, mevcut durumu meşrulaştıran bir pozisyonda duruyor. 2014 kararında Sayın Öcalan’ın avukatlarının dosyaya sunduğu veriler göz ardı edilmiş, hükümet beyanları tek başına hükme esas alınmıştır. Telefon hakkı, havalandırma saati ve benzeri teknik verilere ilişkin uygulamalar tartışmaya açık olmamasına rağmen evrensel standartlara uygunmuş gibi karara yansıtılmış. Büyük Daire’ye ve CPT’ye itiraz mahiyetinde dile getirilen bu hususlar karşılıksız kaldı, dosya bu haliyle kapatıldı.
 
CPT, 1999’dan bu yana İmralı’ya ilişkin açıklamış olduğu bütün raporlarda tecridi giderecek mekanizmaların sağlanmasını tavsiye ediyor. Ancak bu tavsiyelerin hayata geçirilmesi için gereken baskıyı uygulamıyor. Örneğin telefon hakkının verilmesi ya da aile ve avukat ziyaretlerinin rutin olarak gerçekleşmesi önerisine rağmen bu konuda bir değişim olmadı.  22 yıldır telefon hakkının verilmemiş olması, 27 Temmuz 2011 tarihinden sonra sekiz yıl boyunca avukat görüşü sağlanmamış oluşu, aile ziyaretlerinin engellenmesi ve tecride dayanak diğer bütün uygulamalar karşısında tavırsız kalıyor. On aydır müvekkillerimizin sağlık ve koşulları hakkında hiçbir bilgiye sahip değilken CPT bu süreçte Türkiye’de bulunmasına rağmen İmralı Cezaevini ziyaret etmedi. Oysa kendisi önceden izin almaksızın uygun gördüğü yerleri ziyaret etme hak ve yetkisine sahip. 
 
Bütün bu nedenlerle bu kurumlar her ne kadar insan hakları mücadelesinin birer kazanımları olsa da, özellikle İmralı tecrit sistemi söz konusu olduğunda politik ilişkiler çerçevesinde hareket ediyorlar demek mümkün.
 
 İmralı’da yürütülen tecrit politikasının geçen yıllar içerisinde diğer cezaevlerine, toplumsal alana yayıldığını sık sık dile getiriyorsunuz. Bu konuda ne tür örnekler mevcut bugün?
 
 
İmralı’da söz konusu olan hukuk ve yasaların nüfuz etmediği bir durumdur. Bu koşulların yapılan yasal düzenlemeler ile hukuksal zeminine oturtulmaya çalışılması Sayın Öcalan’ı, kendisinden bağımsız bir şekilde Türkiye ulusal hukukunun şekillenmesi ve uygulanmasında belirleyici bir role sahip kılıyor
 
İmralı’da söz konusu olan hukuk ve yasaların nüfuz etmediği bir durumdur. Bu koşulların yapılan yasal düzenlemeler ile hukuksal zeminine oturtulmaya çalışılması Sayın Öcalan’ı, kendisinden bağımsız bir şekilde Türkiye ulusal hukukunun şekillenmesi ve uygulanmasında belirleyici bir role sahip kılıyor. Sayın Öcalan haklardan yararlanmasın diye yapılan yasal düzenlemeler bütün ulusal hukuku kapsamına alarak uygulama alanı buluyor.
 
90’lı yıllar itibariyle Türkiye’de defalarca denenmesine rağmen karşılık bulmayan F tipi infaz rejimi, İmralı sisteminden sonra büyük bedel ve acılara rağmen hayata geçirildi. Avukat müvekkil görüşmeleri Sayın Öcalan’a özgü yapılan değişiklik ile beraber zamanla bütün tutsakların haklarına dönük bir tehdit olarak uygulama sahası buldu. Ölünceye kadar cezaevinde kalma olarak tanımlanan ağırlaştırılmış müebbet statüsü Sayın Öcalan düşünülerek hazırlanmış, ancak şuan birçok mahpus bu statüde en temel haklardan mahrum bir şekilde tutuluyor. Ağırlaştırılmış müebbet statüsündeki kişiler bu yasayla beraber tekli odalara alındı, ziyaret, telefon, havalandırma, ortak aktivite benzeri birçok hakları eskiye oranla sınırlandı. Sayın Öcalan yararlanmasın diye yeniden yargılanma ve öğrenci affı konusunda birçok kişi benzer şekilde mağdur edildi.
 
Benzer örnekleri, Sayın Öcalan özelinde tarihsel gelişimiyle beraber çoğaltmak mümkün. Sayın Öcalan olduğu için sessiz kalınan ve içselleştirilen durumlar, mahpuslar başta olmak üzere bütün ülke yurttaşları için gerici ve baskıcı bir hukuk anlayışına maruz kalma sonucunu doğuruyor. Negatif bu yasal düzenlemelerin ötesinde esas olarak Kürt sorunun çözümsüz bırakılması temelinde Sayın Öcalan üzerinde uygulanan mutlak tecrit, şovenizmin ve militarizmin diri tutulmasına ihtiyaç duyuyor. Bu durum ise bütün toplumu zehirliyor ve kutuplaştırıyor. Demokrasi yoksunluğu, şiddet atmosferi, ekonomik, sosyal, kültürel kriz hallerinin vücut bulması ve bu durumların kangrenleşerek aşılmaz hale gelmesi hep bu politikanın sonucu olup, tecridin topluma yansımasıdır.
 
 Türkiye toplumunun bir kısmında Öcalan ismine dönük alerji olsa da, İmralı’da kaynağını bulan “hukuksuzluk hali” Türkiye halklarını farkında olmadan nasıl etkileniyor? Toplum nasıl yaklaşmalı, ne yapılmalı sizce?
 
 
 İmralı hukuksuzluğuna karşı yüksek sesle karşı çıkılması en öncelikli ihtiyaçtır. Sayın Öcalan’a uygulanan tecridin nedenleri ve yarattığı sonuçlar doğru anlaşıldığı ve topluma taşırıldığı oranda mevcut kriz hallerinin kalıcı çözümü mümkün olacaktır
 
Sayın Öcalan’ı merkezine alan tartışmaları gözlemlediğimizde, toplumsal alerjiden ziyade, toplumun çözümsüzlükten beslenen iktidar sahiplerince manipüle edilmesinden ve demokrasiden yana olanların ise bunu teşhir edip boşa çıkarmaktaki yetersizliğinden bahsedebiliriz. 
 
Sayın Öcalan 22 yıldır İmralı koşullarında tutuluyor. Defalarca ortak vatan ve demokratik anayasa temelinde, kolektif ve bireysel hakların tanınması çağrısı yapmış, bu konuda fikir ve projeler geliştirmiştir. Mutlak tecrit koşullarına rağmen Kürt sorunun çözümüne dair kendisinin taraf olduğu birçok süreç söz konusu olmuştur. Bunların zirve noktası mahiyetinde olan 2013-15 süreci kamuoyunun gözü önünde gerçekleşti. Bu dönemde Sayın Öcalan’ın çağrılarına şahitlik etmek için milyonlar alanlarda toplanmış, toplumun sürece desteği yüzde doksanlara ulaşmıştı. Ancak 5 Nisan 2015’ten sonra İmralı kapıları kapatıldı ve Sayın Öcalan ile bütün temaslar engellendi. Ülkenin görece sakin ve ümitvar durumundan içine sürüklendiği kaos ve kriz halleri bu tarihten sonra gerçekleşti. Ülkenin içinde bulunduğu mevcut politik ve toplumsal atmosfer için, bütün yurttaşların katkı veya ihmalleri sebebiyle payından bahsedilse dahi Sayın Öcalan’a sorumluluk atfetmek mümkün değil. Dört yıl aradan sonra 2019 yılında gerçekleşen sınırlı temaslarda Sayın Öcalan yine demokrasi ve barış ihtiyacını dile getirmiş, kendisinin bu sorunu çözebileceğini vurgulamıştır. 
 
Özgür ve eşit yurttaşlık temelinde topluma katılımı öne çıkaran, onurlu barış ve demokratik çözüm çağrılarını yineleyen bunun projelerini geliştiren Sayın Öcalan’ın mutlak tecrit koşullarında tutulması çözümsüzlükten ve mevcut statükonun devamından yana bir politikanın tercihi oluyor. Ülkenin maddi ve moral değerleri bu statükonun devamlılığı için harcanıyor. Toplumun şiddet sarmalında tutulması demokratik gelişimi engellendiği oranda baskıcı yönetimlere zemin oluşturuyor ve toplumun ifade kanallarını ortadan kaldırıyor. Ekonomik krizden sosyal gerilimlere birçok kriz hali bu politikanın yansıması olarak vücut buluyor. Bu nedenle Sayın Öcalan’ın topluma seslenebileceği ifade kanallarının oluşması kriz hallerinin aşılmasında belirleyicidir. Bunun çok iyi bilincinde olan iktidar güçleri bütün dünya ile bağını keserek İmralı’dan tek bir kelimenin dahi çıkmasına izin vermemektedir. Bunu görünmez kılmak için farklıca gündemler oluşturmakta ve hatta toplumsal öncüleri de bu gündemlerle uğraştırmaktadır. 
 
Hukuki ve ahlaki olarak, kamuoyu vicdanının bir gereği olarak ama en çok da bu toplumun hakkettiği üzere eşit yurttaşların kendilerini özgürce ifade edebildikleri demokratik bir katılım için İmralı hukuksuzluğuna karşı yüksek sesle karşı çıkılması en öncelikli ihtiyaçtır. Sayın Öcalan’a uygulanan tecridin nedenleri ve yarattığı sonuçlar doğru anlaşıldığı ve topluma taşırıldığı oranda mevcut kriz hallerinin kalıcı çözümü mümkün olacaktır.
 
Yarın - Öcalan'ın uzattığı barış eli 
 
MA / Ömer Çelik